Baskın Oran Hoca’nın ‘İsrail ve Bir Ülke Daha’ başlıklı makalesinin düşündürdükleri

Denis OJALVO Köşe Yazısı
27 Ekim 2010 Çarşamba

Baskın Oran Hoca 16 Ekim 2010 tarihli Radikal Gazetesi’nde ‘İsrail ve bir ülke daha’ başlıklı bir makale yayınladı. Söz konusu makaledeki bazı görüş ve tespitlerin oldukça sorunlu olması cihetiyle, biraz gecikmeyle de olsa bunların tartışılmasında fayda var. Yazacaklarımızın Baskın Hocanınkilerle karışmaması için yazısından yapacağımız alıntıları italik harf ile yapacak ve bunlar hakkındaki görüşlerimizi aynı paragrafta ifade edeceğim.

 “Filistinlilerin tapulu toprakları dâhil her yere Yahudi yerleşimleri yaymak kâfi gelmedi.”

İsrail yerleşimleri Filistinlilerin ‘özel mülkiyet’ sınıfına giren, yani tapulu topraklarına inşa edilmedi. Bunlar ‘devlet arazisi’ statüsünde olan yerlere inşa edildi. Kaldı ki, bu arazilerin hangi devletin arazisi olduğu tartışmalı, zira oradaki yegâne hükümran güç, ‘Filistin’ diye bir devletin hiçbir zaman var olmamış olduğu cihetiyle, orayı elinde bulunduran İsrail. Bu durumda, mülkiyeti tartışmalı olan o toprakların taraflar arasındaki barış pazarlığının konusu durumunda olacakları tabiidir.

 “(İsrail) şimdi de vatandaşlık yasasını değiştirdi (Radikal, 11.10.10). Yahudi ve demokratik İsrail Devleti’ne sadakat yemini etme kuralı getirdi. Yahudilere uygulanmayacak. Vatandaş olmak isteyecek Yahudi olmayanlara uygulanacak.” 

Bu yasa tasarısı kabinede oylandı, ancak parlamentoda oylanıp henüz kanunlaşmadı! Nitekim yasaya konulmak istenen ve Yahudilere yemin etme zorunluluğu getirmeyen madde demokratik bulunmadığı için direkten döndü! Yasa teklifindeki tuhaflığın kaynağı ise, dindar, milliyetçi veya vatansever olmasa bile herhangi bir Yahudi’nin istediği takdirde İsrail Devleti vatandaşlığını iktisap edebilmesini öngören 1950 tarihli ‘Geri Dönüş Yasası’. İsrail Başbakanı Netanyahu, işte bu yüzden önce bu yasada bir değişiklik yapacak ve İsrail vatandaşlığı iktisap etmek isteyen, Yahudi olsun veya olmasın, herkesin bu yemini etmesini gerekli kılacak. Radikal okurlarının söz konusu yasa taslağının hali hazırda İsrail vatandaşı olan Arap veya Yahudilere yemin ettirilmesini ön görmediğine ilişkin bilgilendirilmesinde fayda var.

Burada bir parantez açıp ABD’de aynı kanunun içeriğine değinelim: Amerikan yemin metni olduğu gibi İsrail’e uyarlansaydı bu Arap azınlık için  kabul edilmesi çok daha zor bir şey olurdu:

ABD vatandaşlığına geçişteki yemin metninde özetle vatandaşlığı iktisap edecek kişinin ABD’yi ülkenin dış ve iç düşmanlarına(bilin bakalım burada kimler kastediliyor)karşı savunacağı, gerektiğinde sivil yönetiminde milli önemde işlerde çalışmayı ve bundan kaçmayacağını hür iradesiyle teyit etmesi bekleniyor. Amerikan yemin metnindeki bu son hususun geçmişte Türkiye’de de uygulanmış olan Nafia Takımları, Amele Taburları rezaletlerine kapı açabilecek cinsten olup olmadığını takdirini okurlara bırakalım!

 “Yahudilik hem din demek, hem ırk demek. Bu yüzden, vatandaşlığı böyle ırk ve dine dayandırmak bir yandan ırkçılık, bir yandan bir tür teokrasi (din devleti) sonucuna varıyor.”

Yemin metninde sözü edilen ‘Yahudi Devleti’nin bir din veya dinin devleti olmadığı Başbakan Netanyahu tarafından defaatle vurgulandı. Murat edilen ifade ‘Yahudilerin Devleti’, daha teferruatlı kelimelerle ‘Yahudi Halkının Ulus Devleti’dir. Yahudi, özgün kültürel özellik ve ideallere sahip bir grup insanın sıfatı olsa da kesinlikle bir ırk değildir. Acem, Yemen, Kuzey Afrika, Almanya, Rusya, Habeşistan veya İspanya kökenli Yahudilerin ırkî özellikleri, saç cinsleri, kemik yapıları veya deri renkleri birbirinden çok farklıdır.  ? “İsrail’de demokrasi ve hakları sadece Yahudi vatandaşlarına uyguluyor.”

Baskın Hoca’nın yazısında, İsrail’in hangi demokratik hakları Yahudi olmayan vatandaşlarından esirgediğini örneklendirmemiş olması ciddi bir eksiklik. Eğer yapmış olsaydı bu tartışma daha yapıcı olabilirdi.

 “Tâ 1947’de BM, burada iki ayrı devlet kurulmasına karar vermişti. Ama İsrail, barış karşılığında Filistinlilerin de bir devlete sahip olmasını (toprak karşılığı barışı) hep reddetti.”

İşin gerçeği Baskın Hoca’nın söylediklerinden çok farklı. Şöyle ki:

BM Genel Kurulu’nun 181 No. ve 29 Kasım 1947 tarihli taksim planını reddeden taraf Filistinli Araplar dahil olmak üzere bütün Arap dünyası olmuştur. Üstelik bunlar (Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak) İngilizlerin Filistin’i terk etmelerinin ertesi günü Yahudilerin devleti İsrail’i yıkmak ve Yahudileri denize dökmek için Filistin Mandası coğrafyasını istila etmişlerdir.

1967 yılındaki 6 Gün Savaşı’na değin Mısır ve Ürdün hakimiyetindeki Gazze ve Batı Şeria’da, ne hakim güçlerin böyle bir devletin kurulması için bir girişimi olmuştur ne de oralarda yaşayan Arap ahalinin böyle bir talebi olmuştur.  FKÖ Yürütme Kurulu üyesi Zoheir Mohsen’in bu konudaki sözleri ibret verici ve ‘göz açıcı’dır: Zuheir Mohsen, a member Palestine Liberation Organization (PLO) executive committee between 1971 and 1979, made the following statement in a March 1977 interview with the Dutch newspaper Trouw:?“…The Palestinian people does not exist. The creation of a Palestinian state is only a means for continuing our struggle against the state of Israel for our Arab unity. In reality today there is no difference between Jordanians, Palestinians, Syrians and Lebanese. Only for political and tactical reasons do we speak today about the existence of a Palestinian people, since Arab national interests demand that we posit the existence of a distinct Palestinian people to oppose Zionism. For tactical reasons, Jordan, which is a sovereign state with defined borders, cannot raise claims to Haifa and Jaffa, while as a Palestinian, I can undoubtedly demand Haifa, Jaffa, Beer-Sheva and Jerusalem. However, the moment we reclaim our right to all of Palestine, we will not wait even a minute to unite Palestine and Jordan. (http://en.wikipedia.org/wiki/Zuheir_Mohsen)

Zuheir Mohsen özetle “Filistin halkı diye bir şey yoktur, bu söylem sadece siyaset ve taktik icabı kullanılmaktadır. Zira gerçekte Ürdünlüler, Filistinliler, Suriyeliler ve Lübnanlılar arasında hiçbir fark yoktur!” diyor.

 “Hayfa Üniversitesi’nden Prof. Arnon Sofer, Knesset (parlamento) Dış İlişkiler ve Savunma Komitesi’  ne bir brifing verdi.Geçen yıl (2009) İsrailli Yahudiler 4,8 milyon idi, Araplar da 3,3 milyon.”

Bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor. Zira 2009 itibariyle İsrail’de 5,5 milyon Yahudi (bunlara ilaveten Yahudi olmayan anneden doğdukları için Yahudi olarak nüfusa kaydedilemeyen 300 küsur bin Rus kökenli İsrailli) ve sadece 1,5 milyon Arap vardı! Yazı İsrail’i Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan tüm Filistinli Arap nüfusu sanki mas etmek istiyormuş gibi tanıtıyor ki bu da doğru değil. Kimsenin beğenmediği Lieberman bile İsrailli Arapların yaşadığı İsrail topraklarının bir kısmını mutasavver Filistin Devleti’ne aktarmayı önermekte! 

 “Tabii, bir de İsrail dışında (özellikle Ürdün’de) yaşayan milyonlarca Filistinli mülteci korkusu var. Zaten bu ırkçı ve dinci yasa esas onların dönmesini önlemek için düşünülmüş olmalı.”

Baskın Hoca burada niyet okuyor. Şöyle ki, Filistinli nüfusun kahir çoğunluğu Gazze ve Batı Şeria’da yaşıyor! Bunlardan ‘mülteci’ olanların, tarihi Filistin Mandası sınırları dâhilinde yaşadıkları cihetiyle hukuken ‘Internally Displaced Persons’ yani ‘Dahilde Yer Değiştirtilmiş Kişiler’ olarak tesmiye edilmeleri doğru olur. Ürdün’dekiler ise Ürdün vatandaşlığını iktisap etmiş durumdalar. Ürdün, Batı Şeria ve Gazze’dekilere ilaveten UNRWA kayıtlarına göre Lübnan’da 425.000, Suriye’de 472.000 kişi var. Bunların topu üç nesildir (!) UNRWA tarafından maaşa bağlanmış durumda!  Diğer yandan İsrail’in bunları ‘vatandaş’ gibi kabul etme zorunluluğu yok. Bunlar ‘dönmek’ istedikleri takdirde gidebilecekleri yer mutasavver Filistin devleti olacaktır. İsrail’in bu konuya müdahale etmek gibi bir niyeti yok.

 “Tabii, İsrail makamları nüfusu böyle hesaplamıyor. Batı Şeria (2,5 milyon) ve Gazze’deki (1,5 milyon) Arapları, bağımsızlık vermediği halde, İsrail nüfusu dışında sayıyor. Böylece, İsrail’in % 75’i Yahudi, % 20’si Arap ve % 5’i diğer oluvermiş oluyor.”

Baskın Hoca İsrail’in 2005 yılı itibariyle İsrail Gazze’nin %100’ünden çekilmiş olduğunu unutmuş görünüyor. Gazze’de hükümran olan Hamas istese İsrail ile barış yapabilir, ama bu örgüt İsrail’in tamamını işgal bölgesi olarak görüyor ve sivilleri hedef alan terör eylemlerinde bulunmaya devam ediyor. Batı Şeria’daki Filistin Özerk Yönetimi 2001 yılında Taba’da İsrail’in önerdiği %97’ye varan toprak tavizlerini elinin tersiyle iten Arafat’ın faturasını ödemekteyse de hali hazırda sürmekte olan barış görüşmelerinde İsrail’in muhatabı durumunda.

(Dünyanın kokarcası) İsrail neler yapıyor?

 “Bir parçalanma psikozu ülkeyi pençesine alıyor. Bu, halk açısından bakarsak, çoğunluk ile azınlığı birbirine düşman ediyor; ikisini de mutsuzluğa garkediyor.”

Parçalanma psikozu bir yana, İsrail toplumu, İsrail Arapları’ndan bile ayrışmayı ciddi ciddi tartışır hale geldi. Tabii onları sürerek değil, ama oturdukları topraklarla beraber Filistin devletine devrederek… Bunu öneren kim? Aşırı milliyetçi olarak bilinen Lieberman!

 “Dahası, azınlık durmadan yabancılaştırılıyor ve hatta isyana sevk ediliyor”

Baskın Hoca İsrailli Arapların İsrail toplumuna entegrasyon sürecini hakikaten merak ediyorsa oraya bir haftalık bir inceleme gezisi yaparak bunların geniş toplumla olan ilişkilerini ve memnuniyet düzeylerini gözlemleriyle müşahede edebilir.

 “Ülkede terör bulunuyor ama devlet terörü de bulunuyor. Devlet, kendi halkını resmen sürüyor veya evini resmen başına yıkarak sürgün gitmek zorunda bırakıyor. Ülkenin ‘yasak bölge’ ilan ettiği kimi yerlerine insanların giriş-çıkışını yasaklıyor.”

Baskın Hoca’nın İsrail Devleti’nin kendi halkını resmen sürdüğü ithamı, (bu itham hem yanlış hem de haksız) çok ciddi bir iddia ve örneklendirilmeye muhtaç. Diğer yandan, İsrail’in, ülkenin kimi yerlerini ‘askeri bölge’ ilan etmeye herhangi egemen bir devlet kadar hakkı vardır. Kaldı ki, İsrail’in sorunlu coğrafyası sadece yaklaşık 50 km genişliğinde ve 200 km boyunda mikro bir coğrafya!

 “İsrail ordusu, zaman zaman, komşu ülkelerin egemenliğini hiçe sayarak, onların topraklarına da uluslararası hukuka aykırı sınır-ötesi operasyonlar yapabiliyor ve bunu da ‘devletin yaşama hakkı’ gibi çok bulanık bir siyasal kavrama dayandırıyor.”

Baskın Hoca, Lübnan’ın, ‘egemen’ bir ülke  gibi hareket edip bünyesindeki ‘devlet içinde devlet’ gibi fink atan milisleri zapturapt altına almaktan aciz olduğunu her nedense unutmuş görünüyor. Lübnan ‘devlet gibi devlet’ olabilseydi ne 1978, 1982, ne de 2006 Lübnan müdahaleleri meydana gelirdi.  Keza, 2008 Aralık ayında şayet Hamas bir devlet sorumluluğuyla hareket edip İsrailli sivilleri füze ve bilumum havan topuyla hedef almasaydı, Gazze müdahalesi de olmazdı. Askeri saiklerle nükleer faaliyetlerde bulunmuş olup İsrail’i açık açık tehdit eden Irak ve Suriye’nin tesislerinin zararsız hale getirilmesinin Baskın Hoca’nın hayıflanmasına sebep olmasını anlamak güç. Baskın Hoca’dan Yahudilerin yaşadıkları tecrübeler itibariyle varlıklarını tehdit eden siyasileri (diktatörleri) ciddiye almak durumunda olduklarını takdir edebilmesi beklenirdi.

 “Rejim genellikle demokrat olduğu halde, içte reform yapmak isteyenler ‘vatan haini’ sayılıyor.”

Baskın Hoca’nın İsrail’de hangi reformun yapılmak istenip de bunu teklif edenlerin vatan hainliğiyle suçlandıklarını belgelendirmesi doğru olurdu.

İsrail konusuyla ilgilenen akademisyenlerin yukarıda zikredilen konularda nesnel olmalarında barışa ulaşılabilmesi açısından sonsuz fayda var.