Şartlanmalar

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
9 Haziran 2010 Çarşamba

Ben, ulusların da aynı insanlar gibi, şartlandırma ile tepki veren organizmalar olduğunu düşünüyorum. Konuyu biraz açalım. Pavlov tarafından ilk defa bir köpekle deneylendiği için adını alan teoriye göre önceleri etkisiz olan bazı uyarıcıların (zil sesi) sonraları organizmada bazı tepkileri uyandırmaya başlaması (ağız sulanması) ‘klasik’ şartlanmadır. Yani genellersek, geçmişte normalde söz konusu tepkiyi yaratmayan bir uyarıcıyla gerçek uyarıcının (yemek) birleştirilmesi sonucu, söz konusu nötr uyarıcının da bir süre sonra tek başına aynı tepkiyi yaratmasını tarif eder.

Bunu uluslara uygulamak için amatörce araştırma yaparken karşıma Skinner adlı 20. yüzyıl psikologunun ‘edimsel’ şartlanma olarak adlandırdığı davranış biçimi çıktı. Şöyle ki, Skinner’e göre bir davranışın sonucu, organizma için hoşa giden, olumlu bir durum yaratıyorsa, o davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığı artar. ‘Edimsel’ davranışta önce tepki yapılır sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir.

Skinner’a göre davranışın nihai nedeni çevresel etkenlerdir. Bu çevresel tepkiler tarihçesi incelendiğinde davranışların açıklaması bulunabilir.

Haddim olmayarak Ortadoğu’daki aktörlerin geçen yıllar içerisinde neden şu andaki davranış biçimine eriştiklerini bu teoriler çerçevesinde anlamak istiyorum.

Ortadoğu tarihi incelendiğinde Mısır Devlet Başkanı Cemal Nasır’ın birkaç yıl boyunca bütün Arap alemi tarafından Afrika’da Mandela’nın konumunda bir lider olarak kaldığı görülür. Nasır, Süveyş Kanalı’nı ulusallaştırarak bölgedeki yabancı sömürgeciliğine nokta koymuş ve bu davranışı ertesinde tüm Arap halklarının gözbebeği haline gelmişti. Aldığı olumlu tepkiler onu bir Arap birliğinin başı konumuna yükseltmiş, iki yüzyıldır gücünü yitiren, görkemli günlerini geride bırakmış Arap halkların yara alan onurlarını onarma baskısı başlamıştı. Bu baskı (edimsel şartlanma) Nasır’ı 1967 savaşına sürüklüyordu. Nasır ilk saldırıyı yapan taraf olmanın siyasal bir felaket olacağını görebiliyordu. İsrail’in en ufak bir savaş kuşkusu duyduğunda ilk saldırıyı yapacağını da az çok biliyordu. Diplomatik olarak doğru konumda kalmak ve siyasal bir zafere de imza atabilmek adına İsrail’in saldıran taraf olmasını bekledi. İlk darbeden sonra nasılsa bütün Arap aleminin ve Sovyetlerin desteği ile savaşı zaferle bitirecekti.

Ancak Nasır’ın kesinlikle öngöremediği şey, İsrail’in vuracağı ilk darbenin bütün Mısır hava kuvvetlerini yok edeceği ve savaşın daha başlamadan yenilgiyle sona ereceğiydi.

Eğer başta bahsettiğimiz teori uluslara uyarlanabiliyorsa, bu yenilginin de eklendiği pek çok geçmiş yenilgi, günümüzdeki Ortadoğu coğrafyasındaki ‘dünyadan ve kendinden nefret etme’ durumunu açıklamaya yarayacaktır. Ortadoğu insanının kendini kurban etme eğilimi geçmişte yaşadığını düşündüğü ‘küçümsenme’den kaynaklanıyor olabilir. Bu yüzden travma büyüdükçe de her yeni olay bir önceki tarafından beslenmiş oluyor. Ancak Arap ulusalcılığı da aynı nedenlerden dolayı artık gündemde değil.

Aşırı kuşkuculuk gerçeği saptırabilir ve ulusların akıl yürütme yeteneğine zarar verebilir. Nitekim diğer aktörün, yani İsrail’in de şartlanmaları, tarihsel başka tepkilerden kaynaklanıyor. En büyük zaafının yani güvenliğinin tehlikede olduğunu hissettiğinde saldırganlaşıyor. Kısacık tarihinde karşılaştığı satrancı andıran siyasal ve askeri hamleler onu yeni travmalara karşı daha çabuk, şiddetli ve duyarsız tepki vermeye yöneltiyor. Ağlayan askerinin güverteden aşağı kamaraya atıldığını duyduğunda, orantısız bir şekilde tepki vermeyi yeğliyor.

Bu yazı bir davranış biçimi yorumudur. Tarafların psikolojisini anlamayı amaçlamaktadır. Başka bir şey değil…