“Küçük şadırvanda şakırdayan su”

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
21 Temmuz 2010 Çarşamba

Başlıktaki su sesini duyuyor musunuz?

Şıkır şıkır, yormadan, sakince akan suyun sesinde dinlenebiliyor musunuz?

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirinde geçen bu serin şıkırtının kaynağı aliterasyondur; yani şiirde sessiz harflerin tekrarıyla oluşan ahenk...

“Bursa’da bir eski cami avlusu / Küçük şadırvanda şakırdayan su”

Edebiyatımızda pek çok şairin şiirinde başvurduğu bu hoş farklılık, söz sanatlarının içinde kendine küçük ama güzel bir yer edinmiştir.

Daha gerilere gidildiğinde 16. yüzyılın Divan Şairi Fuzuli’nin ünlü ‘Su Kasidesi’nde de aynı özelliği fark edersiniz. Şiirlere henüz isim verilmezken ‘su’ redifiyle biten ve okunduğunda içinde baştan sona su sesini taşıyan kaside,  bugünkü nesillerce ne yazık ki anlaşılmasa bile insanın içini ferahlatacak bir ahenge sahiptir:

“dest-busı arzusiyle ger ölürsem dostlar / kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su”

(Eğer yârin elini öpme arzusuyla ölürsem dostlarım, toprağımdan bir testi yapıp onunla yâre su verin.)

Beyti günümüz Türkçesine çevirdiğimiz anda şiirin sesi kaybolur gider. Şiirlere dokunamazsınız. Şiir yazmak, sözcüklerle beste yapmaktır bazı şairler için.

Ahmet Haşim, savunduğu sembolizmin de etkisiyle sanatı kişisel ve saygıdeğer bulduğu için, tüm seçimini ve müzikalitesini de kendine göre yapmıştır. Ama bu ‘kendine görelik’;  şiir okumaktan, şiirdeki sesi duymaktan hoşlananların da şiirde kendinden bir şeyler bulmasını sağlar. Haşim’ in ‘O Belde’ başlıklı şiirindeki sessizlerle oynayışı, onları notalara dizişi bambaşkadır:

Denizlerden / Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.

Bilsen / Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan

Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!

Ne sen, / Ne ben, / Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,

Ne de âlâm-i fikre bir mersâ / Olan bu mâi deniz,

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.

N’ler, L’ler, Z’ler...

“Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.”

Manadaki derinlik, sessizlerin uyumundaki güzellik insanın hislerine tercüman olacak kuvvette ve zarafettedir aynı zamanda. Şair, bu tekrarlarla yaşadığı dönemden, zaafları, can sıkıntılarını, bıkkınlıkları anlamayan yeni kuşakların her türlü kabalığından, anlayışsızlığından şikâyetçidir.

Özellikle son dizedeki reddediş bundan daha yumuşak, bundan daha hüzünlü, bundan daha kibar bir ifadeyle nasıl verilebilirdi ki... 

Ve elbette ki Nazım Hikmet...

Ona değinmeden geçmek olmaz şiirden söz eden yazılarda, hele ki yazının içinde söz oyunu, ses oyunu varsa...

“Yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı / en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlılarda /olum acısı”

İçinden çekip çıkaracağımız tüm sessizlerle şiirin sesini sağlayabilen bir şairdir Nazım.Aslında yumuşak sessiz olanC’nin acıtan sertliğiyle S’nin biraz da eğlenerek dizenin üstünden samimiyetle akıp gitmesi şaşırtır bizi... “Sanat yapmıyorum, kendim için yazıyorum.” diyen şairlerde bile derinlerde bir yerlerde bir ahenk kaygısı vardır.

Mavicilerin başında gelen son dönemin en güçlü kalemlerinden Attila İlhan’ın ‘Aysel Git Başımdan’ adlı şiirindeki kıvrımlı ifadenin peşine düşmekten alamaz insan kendini: ?Aysel git başımdan ben sana göre değilim / Ölümüm birden olacak seziyorum. / Hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim, / Aysel git başımdan istemiyorum.

Okurken m’ye takılıp gidersiniz.

Cahit Sıtkı’nın  “Bir büyük boşlukta bozuldu büyü” dizesinde boşluğa düşmemek için b’ye tutunursunuz.

Ve bir atasözünün masalsı büyüsünde kaybolursunuz:

“Sev seni seveni hâk ile yeksân ise / Sevme seni sevmeyeni Mısır’a sultân ise”

...

Hepimizin az buçuk şair sayıldığı bu memlekette şiire yakın durmak; hayata yakın durmak, hayatın sesini duymaktır.