Sinema mı? Non, merci!

Sibel CUNİMAN PİNTO Köşe Yazısı
17 Şubat 2010 Çarşamba

Paris’te sinemaya gittiniz mi hiç? ‘Işıklar Şehri’nde sinema zevki büyük bir kâbusa nasıl dönüşebilir anlatayım...

Sinemaya gitmek için pazar akşamları saat 7 suları seansı hep favorim olmuştur. Taa Nişantaşı’ndaki Konak Sineması günlerinden bu yana çıtır çıtır kestane kokusu eşliğinde ‘Koko, Frigo, Alaska’ sesleri sinema saatlerini ne kadar da hoş kılardı, benim yaşımdakiler çok iyi anımsayacaklardır. Paris’te yine bir 7 seansına ilk gidişimiz yağmurlu, fırtınalı bir kış akşamına denk gelir. Sıra bekleyip gişeden biletimizi alıyoruz, filmin başlamasına da yirmibeş dakika var, içeriye yöneliyoruz ki bilet kontrolörü “Non Madame (yıllar içinde ne çok alıştım bu ‘hayır’a!), il faut attendre dehors” (dışarıda beklemeniz lazım) diyor. Henüz filmin bitmediği, salonun hazır olmadığı akla gelebilir ama yağan şakır şakır yağmur altında niye dışarıda beklememiz gerekiyor anlayamıyoruz. Gidip birer kahve içelim bari deyip sinemanın karşısındaki cafe’ye yöneliyoruz. Dönüşümüzde oluşan uzun kuyruğu görünce iyi ki biletlerimizi önceden almışız diyoruz. Kapıdan girmeye çalışırken kontrolör hanım alay edercesine gülümsüyor, dışarıdaki sıraya girmemiz gerektiğini söylüyor. Biz biletimizi daha önce aldık diyoruz. Hanım yine gülümsüyor, “Bakın bu bilet alacaklar kuyruğu değil, biletlerini daha önce almış sinemaya girecekler kuyruğu” diyor. Bunlar deli mi ne diyoruz ama bir yandan da sinemaya gireceğiz ya başka çare yok; bakıyoruz dışarıda küçük panolarda asılı film adlarına göre bariyerlerle ayrılmış muhtelif sıralar var, demek burada sinemaya gitmenin raconu bu diyor, sıraya giriyoruz.

‘Patience’ kelimesinin Fransa’da çok önemli olduğunu öğreniyorum gelecek günlerde, aylarda.. “Il faut patienter” (sabretmek lazım) cümlesini ne kadar da sık kullanıyorlar. Sinema salonuna, neredeyse kuyruğun en sonunda olduğumuz için, film başlangıcında ulaşıyoruz ancak… Bakıyoruz yer gösterici yok, herkes istediği yere geçip oturuyor, o anda biletlerin numaralı olmadığını da anlıyoruz. Salon dopdolu, herkes aralıklı aralıklı paltosunu, çantasını yanındaki koltuğa koymuş, tabiri caizse yayılmış… Işıklar da sönünce başa gelen çekilir, eşimle ayrı ayrı yerlerde birer koltuk buluyoruz, antrakta buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Film başlıyor, antrakt da olmuyor (olmazmış meğer). Bu ilk sinema deneyimi (internetten biletinizi alıp hatta yerinizi ayırıp rahatça gitmek dururken) Fransa’da sinemaya gitmenin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Fransa’da kolay ne var ki? Adamlar “Pourquoi faire simple quand on peux faire compliqué” (karmaşığı dururken niye basitini yapalım?) demişler, dahası yok!

Ama herşeye alışılıyor… İnsanın en güzel yanı kabına göre şekil alabilme yeteneği, zaman içinde pratikleşiliyor, ‘truc’ler (püf noktaları) öğreniliyor, sinema salonları tanınıyor (hepsinde dışarıda beklenmiyor!), tercihler oluşuyor, oyun kuralına göre oynanıyor. Hatta Fransızlar da yavaş yavaş öğreniyor ve Amerika’yı çok geç de olsa yeniden keşfediyorlar! Geçen ay, daha önce hiç denemediğimiz bir sinema salonuna gittiğimizde ilk kez numaralı bilet satıldığını keşfettik. (Henüz oturma planından koltuk seçemiyorsunuz ama o da gelecek inşallah, biraz escargot (salyangoz) hızı ama olsun… Kim demiş Fransa’da yaşamak kolay diye??)

Koltuklarımıza oturduğumuzda arka sıradaki hanım yanındaki eşine dönerek “Paris’te numaralı bilet satan tek sinema salonu burası…c’est génial (ne kadar dahiyane)!” dedi. Eşimle bakıştık. Müşteri memnuniyeti kavramının henüz keşfedilmediği (istisnalar kaideyi bozmaz), insanlara hayatı zorlaştırmak üzerine kurulmuş bu ülkedeki sistemde, yıllar öncesinde bu ve buna benzer binlerce küçük detayı çoktan keşfeden ve uygulayanlara kıyasla geleneksel yapının ne kadar geriden geldiğini düşünerek tartışmaya başlayacaktık ki ışıklar karardı, film başladı ama film boyunca kadının dünyanın en önemli keşfini yapmaktan duyduğu sevinç nidası kulaklarımda çınladı durdu. Türkiye’de yaşayanlara taş devrinden bir sahne anlatıyorum gibi mi geliyor? İşte Fransa’nın gerçeklerinden küçük bir örnek…

Oysa sinema Fransızların çok düşkün olduğu çok popüler bir eğlence sektörü: Fransa’da 2.100 civarında sinema, 5.300 civarında salon mevcut. Sadece Paris’te her gün dörtyüze yakın film gösterimi var. Paris aynı zamanda içinde en çok film çekilen şehirlerden biri. Her yıl üretilen tüm Fransız filmlerinin yarısı Paris’te çekiliyor. Yabancı filmleri de eklersek Paris, yılda 700 civarında filme doğal plato görevi üstleniyor. Yine istatistikler, Fransız filmlerinin %40, Amerikan filmlerinin %45, diğerlerinin ise %15 izlenme oranına sahip olduğunu gösteriyor. Fransız halkı Türk filmlerini de takip ediyor; Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, Ferzan Özpetek, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu gibi birçok sinemacıyı tanıyor ve filmlerini büyük ilgiyle izliyor.

Fransızlar sinema endüstrileriyle çok da gurur duyuyorlar. Tecrübeli yönetmen, yazar ve teknisyen kadroları var. Üstelik film yapımını destekleyen ve sübvanse eden Centre National de la Cinematographie (Ulusal Sinema Merkezi) büyük şansları. Merkez, gişe satışları üzerinden yüzdeyle çalıştığından film yapımcıları için büyük kolaylık sağlamakta. Filmlerin yanısıra televizyon, dokümanter, kısa ve uzun metrajlar, eğitim ve reklam filmleri derken çok insan bu sektörden ekmek yiyor.

Yılda 200 civarında film üreten Fransız sinemasına tabii ki televizyon ve DVD ciddi rakipler ama aynı zamanda sektörün önemli ortakları. Günde bir milyona yakın yasadışı ‘internetten indirme’ olduğu düşünülürse yılda 365 milyon eden bu rakam, 185 ila 190 milyon arasında olan yıllık sinema izleyicisi sayısının iki katına denk geliyor ki ciddi bir tehdit olduğu sonucuna kolayca varılabilir.

Sinemada film izlemekle evde film izlemek asla aynı şey değil… Işıkların sönüp büyük ekranda filmin başladığı o an ne kadar da büyülüdür... Her tür ‘eziyete’ rağmen, benim için film en güzel sinemada izlenir, bu nedenle sinema keyfimden asla vazgeçmeyeceğim!

Gelecek ayki Paris Esintisi’ne dek hoş kalın, hoşçakalın.