Gençler neden umutsuz?

Gila Kohen Öykü Yarışması’na katılan hikâyelerdeki ortak nokta umutsuzluk hissiyatıydı. Gençler geleceğe neden umutla bakamıyorlar? Çevrenize bakın, gülen yüzlerin arkasında gizli bir umutsuzluk havası göreceksiniz. Çare nerede?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
27 Mayıs 2009 Çarşamba

Neden tren düdüğü duyduğumda hafızam hep geriye gidip büyükannemin evindeki nane kokulu bahçesindeki yalnız geceleri anarım umutsuzca?

Neden ruhum, Caddebostan’daki o ılık nemli yaz gecelerine döner, kesif bir hüzün kaplar her yanımı?

Yanıtını hep aradım bu sorunun. Pek bulamadım.

Neden, geçmişimi andığımda, geride kalmış çok uzun yılların hatırası yüreğimde yoğun bir karamsarlık yaratır?

Geçmişin karamsarlıklar sunduğundan mıdır, yoksa o günlerin gelecek endişelerinin iç dünyamda bıraktığı ciddi yara izleri midir, bilinemez…

Yoksa, zamanın çok hızlı akıp gittiğini artık iyice anlayan ve gittikçe bilinen sona yokuş aşağı yürüyen bir erken hayat yorgunu sahte şövalye ruhu mudur söz konusu olan? Veya değirmenlerle mücadelesinde gerçekler kafasına çarptıktan sonra sessiz isyanıyla baş başa kalmaya çalışan yenik savaş mağduru mudur bu ruh?

Marcel Proust, kendinden çok sevdiği anasını yitirdikten sonra bir gün diliyle damağı arasında gezdirdiği bir kurabiyenin kokusu ve tadıyla hep geçmişe dönmüş, eski günlerini hatırlayarak belki de hayatının muhasebesini çıkarmak istemişti. “Her şeyi yazdım artık ölebilirim” dediğinde umuduna sadece, yitik zamanın peşinde koştuğu binlerce satırlara bırakmıştı biçare bitkinlikle…

Ben ise nane kokusuyla geçmişe giderken gençliğimdeki mutsuzluğu anlamaya çalışıyorum.  Göreceğim adaletsizlikler, haksızlıklar öncesine ait olan umutsuzluk, yoksa varoluşun bir iç sıkıntısı mıydı?

Tuhaf, kurallar ve çizgiler içinde ‘rap rap’ yaşanan bir gençlik dönemi, kafes içinde alınan oksijen ve özgürlüğün mumla arandığı bir yaşam kesitiydi belki de, nane kokusu ile tren düdüğünün hatırlattıkları…

Sadece bir gün kendime geldiğimi hatırlarım her zaman. Bisikletli olmama öfke kusan, bisikleti olmayan bir yaşıtımdan yediğim dayak, hayatı en yalın tarafından sorgulatmıştı o gün: “Bende olan onda neden yoktu?”

Ve işte o gün, yaşamda, bir orman kanunundan geçerek ilerlenebileceğini öğrendiğim gün olmuştu. İronik görünse de umudu yakalamıştım kıyısından köşesinden; zira hayata dokunabilmiştim o dayak sayesinde.

Hayatı ıskalayan kaybedecekti nitekim...

***

Bütün bunları neden hatırladım acaba?

Gazetemizin düzenlediği Gila Kohen Öykü Yarışması’na Anadolu’nun her tarafından genç kalemlerin gönderdiği mükemmel hikâyelerde neredeyse tek ortak unsur vardı:

Mutsuzluk ve umutsuzluk.

Korunaklı ve güvende yaşam arayışları, korkular ve tedirginlikler arasında yaşanan gençlik yılları, eşitsizlik, adaletsizlik ve haksızlıklar karşısında neredeyse teslimiyet bayrağı çekmiş karakterler, hikâyelerin merkezine oturuyordu.

Hayat koşullarının her geçen gün, bir öncekine göre daha iyiye gitme eğilimi varken, nedendi bu gelecek korkusu, kesif karamsarlık ve istikrarlı umutsuzluk hissiyatı?

Okumuş, düşünen, duyarlı bir gençliğin bu umutsuzluğu, ‘modernite’ denilen, hayatı yapay ve bencil insan ilişkilerine indirgeyen,  sadece başarıya odaklanmış bir at yarışından ibaret gösteren çağdaş virüsten geliyor olmasın?

Modernite ve teknoloji, bireyin yaşamını her alanda daha iyiye götürmeye çalışırken onu sert bir yalnızlığa mı itiyor garip bir şekilde?

Yoksa önceden kendime sorduğum gibi; varoluşun her şeyden bağımsız tuhaf sıkıntısı mıdır bu umutsuzluğun nedeni?

Dünyayı, hayatı, insanı, daha iyi anlamaya, çözmeye çalışan duyarlı insanın kaderi midir yoksa bu durum?

Öyküleri okurken hem geçmişime döndüm hem bugüne baktım.

Siz bunları okumadıysanız çevrenize hatta çok yakınınıza bakın lütfen. Gülen suratların arkasında nedeni bilinmeyen gizli ama koyu bir umutsuzluğu yakalayabilirsiniz.

Çözümün başı burada. Ya çare?

Modernitenin sahte dünyasıyla kavga etmekte