“The rising sun over Europe”*

Bu başlık, Avrupa’da çırpınan Fenerbahçe futbol takımı için yapılan devasa tribün pankartından alınmıştır. Ama biz asıl Türkiye’nin, “Avrupa’nın üzerine doğan güneş” olmasını bekliyoruz inatla, sabırla ama artık umutsuzlukla... “Köy Enstitülerini” hatırlayan veya bilen var mı?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
9 Nisan 2008 Çarşamba

Türkiye yüzünü 150 yıldır Batı’ya çevirmişken ısrarla ve inatla “the rising sun over Europe”* olamıyor.

Bu söz, Avrupa’da söz sahibi olmak için çırpınan Fenerbahçe futbol takımının seyircilerinin açtığı devasa tribün pankartında yer alıyordu geçtiğimiz günlerde.

Ve bizler Avrupa üzerinde yükselen Türkiye’yi hala bekliyoruz, inatla, sabırla lakin biraz da giderek artan umutsuzlukla...

Gazetelerin ekonomi sayfalarını açıyoruz. Güneşi filan geçtik, güneş sistemi olma yolundayız adeta. Kişi başına yıllık gelirimiz her nasılsa bir ay içinde – evet bir ay içinde – beş bin küsür Amerikan dolarından dokuz bin küsür Amerikan dolarına sıçramış vaziyette. Sonra, haberin en altında bu sanal artışın gerçek nedenini okutuyorlar size. Türk Lirası yabancı para karşısında aşırı değerlendiği için çıkan sonuç kendiliğinden artmışmış! Diğer bir deyişle; yükselen gelirimiz de kredi kartı harcamalarının yarattığı refah yanılsaması gibi başka bir sanal gerçeklikmiş.

Ve sonra, aynı gazetelerin bir başka sayfasını açıyoruz. “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dememek için gözümüzü kayırmaya çalışırken kurtulamıyoruz o başlıktan; “Türkiye bebek ve anne ölümlerinde Kenya ve Etiyopya’dan da geri”. Olmadı yahu!

Ve kızıyoruz o gazete editörüne. Zamanı mıydı böyle olumsuz haber vermek gelirimiz dokuz bin kusür Amerikan dolar olmuşken? Eskiden böyle haberleri yapanlara “Vay solcu, vay komünist –‘kominist” derlerdi de biz doğrusunu yazalım! Neyse ki şimdilerde demokrasimiz çok daha ileride ki bu haberlere tahammül gücü gösteriyoruz...

Türkiye’nin son beş yıllık büyüme hızının kıskanılası olduğu gerçek. Lakin, bu büyümenin halka nasıl yansıdığı da bir başka tam bilinmeyen bir gerçek. Kapitalizmin insanların refahını geliştirdiği ne kadar doğruysa onun doğurduğu artı değerin genelde hep aynı kesimlerin cebine girdiği de bir başka doğru. Türkiye anne ve bebek ölümlerinde neden bu kadar kötü durumda o kadar büyümeye rağmen o halde? Yılda 6 bin bebek, uygun sağlık hizmetlerine erişim olanağı bulunamadığından dolayı en geç bir ay içinde ölüyormuş. Bir o kadar da anne hayatını yitiriyormuş. En önemli nedenlerden biri, evde doğummuş. Türkiye, Bangladeş, Honduras, Sri Lanka ile aynı kategorideymiş...

Şimdi, “dokuz bin küsür Amerikan doları gelirimiz doğru olsa, ne farkeder?” der misiniz?

Diyenler belli. Diyemeyenler de belli!...

İsterseniz geriye dönelim. Türkiye 70 yıl önce ‘yükselen güneş’ olabilmek için çok önemli bir projeye imza atmıştı.

Atatürk’ün fikir babalığı yaptığı ama ancak onun ölümünden sonra 1940’da hayata geçirilen ‘Köy Enstitüleri’ projesini genç kuşaklar bilir mi acaba?

Muhtemelen çok fazla bilinmez. Bu proje Türkiye tarihinde gerçekleştirilmiş en umut verici bir eğitim projesiydi. Gelmiş geçmiş en büyük Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in önderliğindeki bu proje köylerde özellikle gençlerin eğitim seviyesini yükseltmeyi, doğu batı arasındaki eğitim eşitsizliğini ortadan kaldıracak bir sistem geliştirmeyi ayrıca çağdaş köy öğretmenleri de yetiştirmeyi amaçlıyordu. Gogol piyeslerinin oynandığı, merdivenlerde kemanların çalındığı –evet köyde keman!- Shakespeare eserlerinin duvarlarda yankılandığı eğitim yuvalarıydı bu enstitüler.

Ama galiba fazlaydı bunlar köylerimiz için. Ve gerek köy ağalarının baskısıyla gerekse de merkezi otoritenin “yoksa buraları komünist gençlik yetiştirme yuvaları mı oluyor?” tedirginliğiyle 1954’te, kuruluşundan tam 14 yıl sonra Menderes Hükümeti tarafından kapatılıyordu bir daha ilelebet açılmamak üzere.

Eğer bu proje devam etseydi, Çetin Altan’ın, o meşhur, “köyde piyano çalan köylü” rüyasının absürdlüğünü mü konuşurduk, dün, bugün, yarın ve daima?...

Köy enstitüleri vakası, Türkiye’nin “ne yapmışız biz?” diyerek ağlaması gereken acı bir hikâyesidir. Anne-bebek ölümlerindeki utandıran tablo haberleriyle de ilintilidir o hikâyenin sonu.

“Köylüme plan mı, pilav mı lâzım?” diyen popülist politikaların şaheseridir o hikâyenin sonu...

Ve biz, bugün ‘muasır medeniyet’e ulaşma mücadelesindeyiz hâlâ.

 Batı almış başını gitmiş, aramızdaki müthiş farkın rahatlığı ve “bon pour l’Orient”-“doğu için iyi”- edasıyla “şöyle yapın, böyle yapın” deme cüretini gösteriyor haliyle. 1918’ler Türkiye’si mi sanıyorlar yoksa bugünü?

Bu kadar batıcı olan bu satırların yazarını bile Batı karşıtı yapacaklar şu Batılılar yahu!...

*Avrupa’nın üzerine doğan güneş