Her sabah uyandiğinda...

Doğanın olağan gidişatına aykırı olarak, oğlu için "Kadiş" duası okuyan bir yaşlı adam ile, ayakta durmak için mermer duvara yaslanan mavi gözlü bir kadın gördüm ben. Yasef`in anne ve babasını gördüm Ulus Mezarlığı`nda; oğullarını çok özlemişlerdi. Ama lakin "mühim işleri" olanları göremedim. Haklıydılar, mazeretleri çok önemliydi.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Bir yaşlı adam gördüm.
Dimdik ayakta, mağrur ama tarifsiz hüznünü yüreğine atmış ‘delikanlı’ bir yaşlı adam gördüm.
Doğanın olağan gidişatına aykırı olarak, oğlu için ‘kadiş’ duası okuyan bir yaşlı adam. ‘Bana sakın acımayın’ dercesine duanın her sözcüğünü, Tanrı’ya olan inancını yaşadığı büyük acıya rağmen hiç kaybetmemişcesine bastıra bastıra söyleyen bir yaşlı baba gördüm geçen hafta Ağustos ayının yirmialtısında Ulus Mezarlığı’nda.
Ağlamak istedim, ağlayamadım…
Ve, O’nun yanında masmavi gözleri kan çanağına dönüşmüş, "canım oğlum nasıl yaparlar bunu, seni çok özlüyorum" gibi olasılıkla her gün tekrarladığı sözcükleri mırıldanan anneyi gördüm. Eşinin tersine, tek dayanağı soğuk mermer duvara yaslanan bir anneyi gördüm aynı gün, aynı yerde…
İki yıl önce kaybetmişlerdi, geride kalan tek oğulları, Yasef Yahya’yı. Birinci oğulları Mordo’yu da yirmi küsür yıl önce. Birini trafik terörü, diğerini de bildiğimiz terör almıştı yanı başlarından…
Savaşta yaralanan ve öleceğini hisseden asker, neden sadece "anne, anne, neredesin?" diye bağırır ki?
İşte anne budur. İşte kendi vücudunda hayat verdiği yavrularıyla olan benzersiz ilişkidir, anne-oğul sevgisini özel kılan.
Ve bir anne düşünün ki, bir sabah uyandığında son oğlu da yitip gitsin bu dünyadan.
Yasef’i bir sabah işyerinde yokedilmişti, özcümle.
Nedeni son derece "basitti". Çünkü o bir Yahudiydi.
"Yalnızlık ömür boyu" dercesine soğuk mermer duvarı tek dayanağıydı.
Tek de bir umudu vardı. Yasef’inin henüz ne olduğunu anlamayan iki küçük çocuğu. Ama onlar da artık çok uzaktaydılar. Torunlarının "Yahya" olarak kalmaları, yegâne isteğiydi.
Kader utansındı…
Ağlamak istedim yine ama yine başaramadım…
Ağustos’un yirmi altısında Ulus Mezarlığı’nda gözlemlediğim, ‘delikanlı’ bir anne-baba değildi sadece.
Acıyı paylaşması gereken bizler nerelerdeydik?
Bir genç insanımız salt ortak olduğumuz kimlikten dolayı yok ediliyorsa, ortaklar nerelerdeydi? Nedir bu ilgisizlik, duyarsızlık? Nedir bu ‘ateş düştüğü yeri yakar’ mantığının en sefil gösterisini sunmak?
Biliyoruz, çoğumuzun hep ‘önemli’ işleri vardır, böyle zamanlarda. Antoine de Sainte-Exupery’nin muhteşem ‘Küçük Prens’inin dediği gibi “büyük adamlar ciddi insanlardır. Hep mühim işlerle uğraşırlar. Ya para sayarlar, ya da iktidarlarını nasıl pekiştireceklerini düşünürler, yani hep ciddi meselelerle meşguldürler".
Bizim için de geçerli bu teşhis. Lakin, aynı ciddi işlerle uğraşan bizler, ne zaman bir ‘resepsiyon’ olsa, ne zaman plaketlerin havalarda uçuştuğu geceler olsa, ne zaman ‘vur patlasın, çal oynasın’lı dolunay geceleri olsa, mühim işlere ara veririz. Ama Yahya’nın anma gününe gelmeyiz, gelemeyiz. Zira biz, mühim işlerle uğraşan büyük insanlarız.
Toplumdaki yeni oluşumları, ihtiyaçları algılayamayan, değişim isteklerine karşı sözde duyarlılık gösterip kendilerine korku duvarları örenler de gelemediler Yahya’yı anmaya. Muhtemelen onların da önemli mazeretleri vardı.
Velhasıl üçbuçuk ‘sağlam’ kişi, oğluna kadiş duası okuyan baba ile mermere dayanarak ayakta durmaya çalışan anneye destek için oradaydı. Gelenler mühim insanlar değildiler olasılıkla.
Ama üçbuçuk kişi de yeter bazen.
Kuru kalabalıklar mühim insanların olsun…
Yaz bitmek üzere. Martılar terk-i diyar ediyorlar buralardan. Ağustos böcekleri de sessizliğe büründüler. Hüzünlü hilâl gökte asılı durup, yaz dolunaylarına ‘elveda’ diyor.
Yani, önümüz kış.
Anne Yahya, Yasef’siz uyanacak her sabah yine ve yeniden bu kış.
Hatırlatması bizden olsun…