Evrim / devrim dengesi

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba
Bu yıl bayramların erken bir tarihe rastgelmesi, birçok ailenin Roş- Aşana ve Kipur’u adalarda geçirmesine vesile oldu. Nitekim Büyükada’da, sinagogda yerleri olmasına rağmen, bayanlar dışarıda kalmış. Keza Burgaz da tıklım tıklım imiş. ‘Geleneksel’i yaşamış, benimsemiş kişilerin bu iki bayramda isteyerek ve keyf alarak ibadethaneye gitmeleri gerçekten güzel.
Annem şehirde olduğundan, bir kez daha bayramda onun evinde toplandık. Açık fikirli olmama karşın, gelenek ve görenekler söz konusu olduğunda, çok tutucu olduğumun ayırdına vardım. Bayramdan bir hafta önce, annem: ‘elma reçelini yapamayacağım, ilgilenir misin?’ dedi. Doğrusu ben de yap(a)mayacağıma göre, birilerinden bulacaktım. Önce bir hayır kurumumuzu aradım. Tam siparişini vermiştim ki, arkadaşlar; “hayır yapacaksan, başka türlü yap, bu fiyata reçel mi olur?” dediklerinde hak verdim. Sonuçta, başka yerden bir elma reçeli edindim. Reçel sofraya geldiğinde, muhteşem bir renkteydi. Lezzeti de bir o kadar güzel. O kadar ki, kaşığı elimden aldılar... Ama, herşeye rağmen, bizim yıllardır yediğimiz reçel değildi. Bir bayramdan diğerine, masada gözlerim kapalı neyin nerede olduğunu bilirim. Cam kasenin içinde kalın tarafından rendelenip, içine sakız eklenen, kokusu kendini ele veren, sarı renkteki elma reçeli altında tabağı ve çevresinde gümüş kaşıklarıyla yıllar boyu bizi bekledi.
Tıpkı bunun benzeri, Kipur akşamı sütlü kahvenin yanında yediğimiz rakılı bisküvitler gibi. Yüzüne renk geldikten sonra, konuşmaya başlayan oğlum, üzeri susamlı herbiri aynı boyda olan bisküvitlerin tadına varınca, anneme ‘rakılı’ları neden sadece Kipur’da yaptığını sordu. “Annemden öyle gördüm, o da annesinden...” yanıtını aldı. Bana gelince, rakılı bisküvit konusunda uzman değilim, ama bir gün yaparım diyerek tarifini anneannemden almıştım.
Kuşkusuz bayramlar sadece yemeklerle özdeşleştirilmez. Ancak tatlar her zaman damakta ve geleneklerde yaşatılan bir kültürdür.
***
Roş Aşana sabahı ibadetten dönen eşimi karşılamak ve birbirimize iyi dileklerde bulunmak, yıllardır sürdürdüğümüz, ikimiz için özelliği olan bir gelenektir.
Her ne kadar evimde misafir ağırlamadıysam da, bu sene de, eve çiçek aldım, tatlı bulundurdum.
Bir bayram esintisi olmalıydı evde. Cumartesi sabahı da neşe içinde eşimi beklemeye koyuldum. Bekle bekle, ne gelen var ne giden. Telefonla da arıyamıyorum. Her nedense bizim gibi ‘Kipur Yahudileri’ belli başlı bayramlarda pek Ortodoks davranırlar. Nihayet kapı vuruldu ve bayram sabahı için pek de neşeli görünmeyen eşim, içeri girip kendini koltuğa bıraktı(!) Yılların deneyimiyle böyle durumlarda soru sormamanın altın değerinde olduğunu bildiğimden, beklemeye koyuldum. Bir bardak su içtikten sonra anlatmaya başladı: “İbadete mi gittik, sonu gelmeyen konuşmalarını dinlemeye mi gittik, belli değil. Beş saat sürer mi bir Roş Aşana duası. Genci var, yaşlısı var(...)” dedi. Haklıydı. Her nedense hep uç noktalarda yaşamayı severiz.
***
Oruç alırken, masada büyük bir olgunlukla etrafı gözlemleyen on yaşındaki yeğenim, kimin lokmasını ne zaman bitirdiğine bakıp kuzini için ‘baba E..l dindar mı?’ diye sordu. Hala düşünüyorum ‘dindar’ kime denir?
Aşkenaz Cemaati bu yıl gönderdiği tebrik kartlarına Roş Aşana ve Kipur ibadet ‘programı’nı da ekledi. Gitmediğim için fikir yürütemem. Ancak aldığım izlenimler, geleneksel duaların yanısıra Kipur’un konuşma ve geziyle (hava almak için) ilginç olduğu yolunda. Hz. Mevlana’nın deyişiyle “Sohbet vardır, ilkbahar gibidir, her tarafı yeşertir, sayısız meyveler verir.”
Aşkenaz Sinagogu’nda bu yıl Mevlana’nın dediği üzere sohbet vardı, bahar vardı... Evrim çok güzeldi. Yeter ki, evrimle devrim arasındaki denge yer değiştirmesin...