Lütfen biraz passiflora...

Yakir MİZRAHİ Köşe Yazısı
9 Ocak 2008 Çarşamba

Malumunuz; insan küçük yaştan beri başından geçen olayları kaleme dökmek, anılarını bir yerlere karalamak ister. Çoğumuzun çocukken günlük tutma hevesi de bu şekilde başlamamış mıdır? Etrafımızda gelişen ilginç hadiseleri, bizde hayret veya şaşkınlık uyandıran birtakım gelişmeleri günlüklerimize not etmez miydik? Şimdilerde bizim bu sütunlarda yaptıklarımız da bir nevi günlük tutmak işte... Öyle ya; etkilendiğimiz ya da bize ilginç gelen hadiseleri gözlemleyip, üzerine kafa yoruyoruz. Fakat burada kilit nokta; gündemin peşinden koştururken, üzerinde düşünülmesi gereken ‘kimilerine önemsiz gelebilecek önemli ayrıntıları’ da es geçmemek olsa gerek... Kıssadan hisse demek istediğim; bundan önceki “Bol elbise” başlıklı yazım da çok ‘sıcak’ bir mevzuu değildi, aşağıda okuyacağınız ve beni kafamı kurcalayan konu da çok ‘taze’ değil... Ama olsun, üzerinde düşünülmeye değer... Öyleyse geçenlerde neyden dem vurmuşum? Çevirelim günlüğümün sayfalarını...
19 Ekim 2006... Beşiktaş’ın bu sezon UEFA Kupası gruplarındaki ilk maçının olduğu akşam... Maç siyah-beyazlılar adına pek parlak geçmiyor, doksan dakika sonucunda Beşiktaş, Tottenham Hotspur’a 2ǂ yeniliyor. Sezon başından bu yana özlenen futbol anlayışını –hızlı oynayan, çok pozisyon bulan, göze hoş gelen- sergileyememiş takımın taraftarları bu ‘ıstıraba’ daha fazla dayanamış ve yönetimle antrenörü istifaya davet ediyor. Buraya kadar her şey mantık çerçevesinde... Doğru ya da yanlış birinin istifasının istenmesi, demokrasinin vazgeçilmez ilkesi, çoksesliliğin bir melodisi gibi çünkü... Ama daha sonra ulusal kanalların haber bültenlerinde bile yer alan anları hatırlıyor musunuz? Hani yaşı en fazla 10 olan kızın öfkeli kalabalığın arasında ezilme tehlikesi geçirdiği anları... Hani o kızın babasının televizyon kameralarına kombine biletini yakacağını söylerken, cinnet geçirir halde olmasını... Hani babanın takımına olan öfkesini ağzından köpükler çıkacakmışcasına dile getirmesini ve kızının “yapma baba, baba n’olur” çığlıklarını babasının duymadığını... Hâlâ kulaklarımda çınlıyor... Korkunçtu...
Babaya seslenmek lazım... Kızını bile duyamayacak kadar hayattan koptuysan, o günahsızı niye oraya götürürsün ki? Ya o hengâmede ezilseydi... Kızın bir daha maça gitmek isteyecek mi? Hiç sanmam... Kızın 40 yaşına da gelse gittiği bir konserin çıkışında kalabalığın arasında kaldığında, çocukluğunda yaşamış olduğu bu tatsız anı aklına gelmeyecek mi? Gelecek, büyük ihtimalle... Kızının psikolojisinde yaratmış olduğun tahribat, yakmayı düşündüğün kombine kartına gelecek tahribattan daha mı az? Baba olmak lazım, baba... “Çocuğumu maça götürüyorum” demekle bitmiyor iş!.. Şimdinin ve yarının babalarına dikkat; biraz durulmak, sakinleşmek lazım...
Eğri ya da doğru, alınan neticeleri neden bu kadar önemsiyoruz? Deşilmesi gerekir... Hep söylenir dururuz; yurt dışındaki liglerde insanların maça veya oynanan oyuna bakış açıları bu şekilde değil, bizim de mantalitemizi değiştirmemiz gerekir diye... Öyleyse niye doğru olana, olması gerekene yönelik bir çabamız olmaz? Galatasaray’ın PSV ile yaptığı son maçı izlemişsinizdir... Galatasaray taraftarlarının, skor aleyhlerine döndükten sonra yaktıkları meşaleleri Hollandalı taraftarların üstüne fırlattıkları Şampiyonlar Ligi karşılaşmasını... Hakikaten neler oluyor? Alınan sonuç, bir insanın herhangi bir yerinin yanabilecek olmasından daha mı önemli? Bu kadar mı canileşip, çığrımızdan çıktık?
Mehmet Akif’in deyimiyle “Ne bu şiddet, bu celal” diyesi geliyor insanın... Lütfen herkese bir yudum Passiflora!..