Şimdiki İzel 35 yıl önceki İzel’e karşı

Köşe Yazısı Sesli Dinle
1 Temmuz 2020 Çarşamba

Baştan söyleyeyim, bu yazı nostaljiyle tatlandırılmamıştır; içerikteki çokça “keşke” sözcüğü asla pişmanlık belirtmez, hesaplaşma amaçlıdır. Bugünkü İzel’i otuz beş yıl önceki İzel ile hesaplaşmaya iten asıl neden ise sadece iki sözcükten oluşuyor: Can sıkıntısı...

Benim gibi yüksek risk altındaki yaş grubu mensupları, yasaklar kalkmış bile olsa, COVID-19 virüsüne bağışıklık kazanan ya da kazandığını sanan bencil bir kesimin umursuzca dışarıda kol gezdiğini gördükçe, tehlikenin büyüklüğünün bilinciyle daha fazla eve kapanıyorlar. Eve kapanınca da ne yapıyorlar? Kirli çıkıyı karıştırıyorlar, tıpkı benim yaptığım gibi...

İşe önce eski dialarımı düzenlemek, daha doğrusu dijital ortama aktarmakla başladım. Binlerce dia... Bir o kadar da belge, anı! Seksenli - doksanlı yıllar... Büyükada’da geçirilmiş yaz ayları... Adalar Rotary Kulübü etkinlikleri; sosyal yardım projeleri, eğitim programları, iskelelere sakat sandalyeleri, hastaneye yatak-teçhizat tedariki, ambülans tekne düzenlemeleri... Aa, o da ne? Bir de fayton sorunu varmış! Meğer ne çok uğraş vermişiz elektrikli araçları Adalar’a sokmamak için. Adalar Belediyesi ile işbirliği yaparak arabacıları eğitmeye kalkmışız. Tek tip kıyafetler temin etmişiz. Ada sakinlerinin oylarıyla yılın arabacısını seçip ödüllendirmişiz... Daha neler neler! Sonrasında ne oldu? Soruyorum otuz beş yıl önceki İzel’e: “Değdi mi onca çabaya? Bak şimdi faytonlar kalkmış, yerlerine Çin malı ucubeler gelmiş! Keşke bu kadar uğraşmasaydın! Enerjini doğal sürece karşı gelmekle harcayacağına, duruma daha yukarıdan, rasyonel bir gözle bakabilseydin. Tıpkı bir zamanlar deniz otobüslerine baktığın gibi...”

“Ah evet! Hatırladım”, diyor otuz beş yaşındaki İzel. “Deniz otobüsleri İstanbul’a ilk geldiğinde insanlar nasıl da ayaklanmışlardı! Gazeteler yazıyor, televizyonlarda oturumlar düzenleniyordu. Yazar-çizer takımı katamaran tipi bu araçları konserve kutusuna ya da ütüye benzetmiş, dönemin İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ı tarihi kente ihanetle suçlamışlardı. İşte tüm bu curcunanın ortasında, bir gazetenin Pazar Eki’nde çıkmıştı “Martılar bile değişti” başlıklı yazım. Dileyen eski tip vapurlara binmeyi sürdürsün, çay-simit keyfi yapsın ama benim zamanım kıymetli, günümün iki-üç saatini yollarda geçirmek istemiyorum gibisinden bir şeyler karalamıştım. Ardından bir televizyon kanalının hazırladığı nostaljik vapurlar belgeselinde, çok sayıdaki sanatçı ve edebiyatçının arasından sivrilerek “bu konserve kutularını” savunan tek kişi ben olmuş, karizmayı iyice çizdirmiştim. Yoksa pişman mısın şimdi?”

Hayır, diye yanıtladım genç halimi. Doğrudur, vapuru işlevsel bir taşıt aracından öte bir turistik kent süsü olarak gören elitlere karşı öfkeliydim. Hayatımın en verimli döneminde benim için her dakikanın ayrı değeri vardı. İnandığımı söyleyecek, sonuna kadar savunacaktım. Fakat ne yalan söyleyeyim, şimdilerde neredeyse tüm hatlarda işleyen sevimsiz yolcu motorlarını, feribot taklidi estetik düşmanı yeni tip gemileri gördükçe keşke eski vapurlarımızın kıymetini bilip daha fazla sahip çıksaydık demekten kendimi alıkoyamıyorum. 

Diaları tarayıp düzenledikçe anılar hızla geçiyor gözümün önünden. Ne çok kare çekmiş, ne çok film harcamışım! Müsebbibi İzzet Keribar olsa gerek! Hiç unutmam bir söyleşisi esnasında, “Yolculuklarınızda yanınızda bolca bulundurmanız gereken en ucuz şey nedir?” diye sormuş, “film makarası” diyerek kendi sorusunu cevaplamıştı. Gerçekten de akıllı cep telefonlarının henüz bilinmediği ve onca masraf ederek çıktığımız yolculuklarda filmsiz kalmak kadar korkunç bir şey düşünülemezdi o yıllarda. Ben de üstadın sözünü dinlemiş, hatırı sayılır film stoklarıyla düşer olmuştum yollara. Üstelik her iki omzumda boy boy objektifler ve filtrelerle tıka basa doldurduğum yirmişer kiloluk fotoğraf çantalarıyla birlikte... 

Sonra, günlerden bir gün, arkadaşlarım için bir dia gösterisi hazırlarken fark ettim; meğer o fotoğrafları çekerken ben asıl ‘an’ı kaçırıyormuşum. Amatör fotoğrafçılık hevesim o gün son buldu. Çantalarımı terk ettim. Şimdi dialara bakıyorum da keşke bırakmasaymışım, keşke fotoğraf makinelerimi rafa kaldırmasaymışım diyorum. “Pişmansın o halde!” diye atılıyor otuz beş yaşındaki genç İzel. 

“Hayır, gezdiklerim gördüklerim yanıma kâr kaldı, zihnimde kazınanları da kitaplara aktardım, neden pişmanlık duyayım ki?” diye kendimce hak veriyorum kendime. Sonra da yukarıda yazdıklarımı tekrar okuyorum. “Sanırım haklısın” diyorum, “bu yazıda keşke sözcüğünü fazla kullanmışım, ama son sözümü duymak ister misin?” Merakla bakıyor bana. Merakını artırmak için biraz bekliyorum; ardından şu üç sözcük çıkıyor ağzımdan: “İyi ki de!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün