Varşova Gettosu ve Mila 18 (50 yıl önce)

Köşe Yazısı
30 Nisan 2019 Salı

Geçtiğimiz Nisan ayının başında Genç Emekliler Sinema ve Fikir Kulübünde dostumuz Metin Delevi’nin Aşkenazlar hakkındaki konferansını ilgiyle izledim. Hayim Kampeas’ın büyük bir özveriyle perşembe günleri düzenlediği film gösterimleri ve konferanslar başlı başına ayrı bir yazı konusudur. Metin Delevi’nin Aşkenazlar hakkındaki uzmanlığını ise Şalom’daki yazılarından biliyoruz.

Delevi’ye bu Aşkenaz merakı ne iş diye sordum, sormaz olaydım! Aldığım yanıt zihnimi allak bulak etti. Meğer merak değil, başından geçen çok trajik bir olay onu önce Şoa’yı anlamaya, ardından da Aşkenazları tanımaya itmiş...

Delevi’nin sözcükleri beynimin içinde yankılanırken, zihnimde de içinde bulunduğumuz mekânın canlandırdığı anıların geçit töreni başladı!

Altmışlı yılların sonlarına yaklaşıyorduk. 16 - 17 yaşında henüz bıyıkları yeni terlemiş, umutları, idealleri olan bir genç delikanlıydım. Asiydim azıcık, kurallara karşı gelerek dünyayı değiştirebileceğime inanıyordum. Zaman öyle bir zaman, ortam öyle bir ortamdı.

Altı Gün Savaşı’nın ertesinde bir gençlik grubuyla birlikte İsrail’e gitmiş, ülkeyi baştan sonra gezdikten sonra, Lübnan sınırı yakınlarındaki bir kibutzda iki haftaya yakın bir süre kalmıştık. Gezi boyunca savaş karşıtlığı konusundaki düşüncelerim daha da pekişmiş, kibutzda ise insanlar arasında eşitliğin, adil paylaşımın ve kolektif yaşamın mümkün olabileceğini görerek gelecek adına umutlanmıştım.

Yolculuk boyunca yeni bir dost edinmiştim. Rav İsak Rofe’nin oğlu Sami Rofe. Sami haham değildi ama ikna kabiliyeti yüksekti. Ne yaptı etti, beni İstanbul’da kendisinin başkanı olduğu bir Yahudi gençlik kulübüne üye yazdırdı. Resmi unvanı ‘Kültür ve Sanat Derneği’ olan bu kulübün merkezi ve lokali genç emeklilerin bir araya geldikleri tam da bu binadaydı.

Sami Rofe, ilk genel kurulda beni yönetim kuruluna aldı. Artık derneğin kültürel ve sanatsal etkinliklerini düzenlemek, lokalin girişinde yer alan duvar gazetesini haftalık olarak çıkarmak benim görevimdi.

Derneğin en önemli sorunu yeterince üyeye sahip olmamaktı. Oysa aynı binada iki gençlik derneği daha vardı ve bunların lokalleri hafta sonlarında cıvıl cıvıl gençlerle dolup taşıyordu.

Hemen kolları sıvadım. Derneğin resmî haber bülteni kıvamındaki duvar gazetesini bir mizah dergisine, okul kütüphanesi havasındaki dernek lokalini de mor ışıklarla donatıp tıpkı bir diskoteğe dönüştürdüm. Artık en son çıkan rock parçaları bizde çalıyordu.

Bu gelişmelerle birlikte ve başkanımız Sami Rofe’nin desteğiyle üye sayımız hızla artmaya başlamıştı. Artık biz de diğer gençlik dernekleri kadar yoğun ve coşkulu partiler düzenliyor, hatta zaman zaman onları solladığımız oluyordu. Gelin görün ki o zamanlar benim hiç farkına varamadığım, daha doğrusu içinden geldiğim çevredeki farklı yaşam tarzı nedeniyle algılamakta zorlandığım önemli bir sorun yaşanmaktaymış. Meğer kulübümüzün yapısı diğerlerine kıyasla daha muhafazakârmış. Haliyle de bu tür eğlenceler bazı kıdemli üyeleri rahatsız ediyordu. Kulüpten uzaklaştırılmam an meselesiydi.

Nasıl olduysa, eskilerle yenileri kaynaştırmak adına aklıma müthiş bir fikir geldi. O yıllarda acayip bir tiyatro tutkum vardı. Nerede hangi oyun oynansa mutlaka gider izlerdim. Arada ben de minik skeçler yazar, kimi etkinliklerde arkadaşlarımla birlikte sahneye çıkar oynardık. İlk toplantımızda yönetim kurulundaki başı kipalı arkadaşlarıma açıkladım: “Bir tiyatro oyunu sahneleyeceğiz. Fakat bu oyun dünyada bir ilk olacak. Bilinen bir Yahudi kahramanlık destanını önce senaryolaştıracağız ardından da dileyen bütün üyelerimizin katılımıyla hep birlikte sahneleyeceğiz!” Kimse itiraz edemedi.

Leon Uris’in o güne kadar yayınlanan bütün eserlerini okumuştum. Varşova Gettosunun başkaldırışını anlatan ‘Mila 18’ romanı, beni en fazla etkileyenlerin başında geliyordu. Romandaki çok sayıda karakterin neredeyse tamamı ilginç figürlerdi. Niyetim bu romanı sahneye uyarlamaktı.

Kitap kalın, zamanımız dardı. Önce senaryonun yazılması gerekiyordu. Bunun için kalemine güvendiğim iki arkadaşımdan destek istedim. Lazar Benezra ile Tayhan Gözberk heyecanımı paylaştılar. Kitabı üçe böldük. Oyunu yönetmeye de soyunduğum için işi gücü bırakıp hızla ilk bölümü yazdım. Arkadaşlarım oyunun ikinci ve üçüncü bölümlerini yazarken, oyuncu kadromuz ilk perdenin provalarına başlamıştı bile. Romanda çok sayıda karakter olduğundan kulübün hemen her üyesine büyük ya da küçük mutlaka bir rol düşüyordu.

Mila 18, Alman işgali altındaki Varşova’da sonradan gettoya dönüşecek olan Mila adındaki bir Yahudi mahallesinin hikâyesidir. Almanların korkunç ‘nihai çözüm’ planının iyice açığa çıkmasıyla başlayan Yahudi direnişinin kalbidir. Romanda, Polonya ordusunda subay olan Andrei Androwski ile Siyonist hareketin öncülerinden Alex Brandel’in Varşova’nın altında kazdıkları tünellerden başlattıkları direniş hareketi anlatılır.

Andrei ile Alex’in dışında romanın iki önemli kahramanı daha vardır: Varşova Tıp Fakültesinin dekanı Dr. Paul Bronski’nin muhafazakâr karısı Deborah ile İsviçreli gazeteci (ve Deborah’ın yasak aşkı) Chris de Monti.

Deborah’ın aydın ve seküler kocası Paul Bronski ise bir anti kahramandır. Sorunun barışçı yollardan çözülebileceğine inanır. Statüsü nedeniyle yaşam koşulları soydaşlarından daha iyidir. Yahudiler için hayat güçleştikçe, o ısrarla durumun bundan kötü olmayacağını savunur. Yahudi Cemaatinin sivil lideri olarak Almanlarla diyalogu son ana kadar sürdürür. Ta ki her şeyini hatta tek kolunu bile kaybedip diğerleriyle birlikte tünele sığınmak zorunda kalana kadar. Sonunda çaresiz, kurtuluşu kendi yaşamını sonlandırmakta bulur. Spoiler için özür diliyorum, ama yazının sonunu getirebilmem için bunları yazmak zorundaydım.

Bir yandan provalarımız tam gaz sürerken, diğer yandan kostüm, dekor ve ışık işlerini çözmeye çalışıyor, zamanla yarışıyorduk. Perdemizi Varşova Gettosunu Anma Günü’nde açmayı planlamıştık. Fakat ondan önce ana prova niteliğinde topluma açık iki özel gösteri yapacaktık. Zaman ise acımasızdı. Sadece zaman mı?

İlk gösteriye birkaç gün kala kader cilvesini yaptı. Oyunun temel karakterlerinden biri, Paul Bronski rolünü oynayacak olan arkadaşımız aniden hastalandı, kesinlikle sahneye çıkamazdı. Bronski’nin repliklerini bilen tek kişi bendim. Zaten kulüpte de oyunda rolü olmayan kimse kalmamıştı. Kendimi sahne ışıklarının önüne atıverdim. Tek oyunluk tiyatro hayatım da böylece başlamış oldu.

‘Mila 18’ oyununu bir kaç kez kalabalık seyirci topluluklarının önünde başarıyla tekrarladık. Her defasında yoğun alkış ve beğeni aldık. Özellikle Paul Bronski’nin, yani bendenizin, uzun bir tiradın ardından yaşama veda ettiği trajik sahne en fazla alkış alan bölümlerden biriydi. Ben de seyirci önünde oynamanın sarhoşluğuyla can verme sahnesini uzattıkça uzatıyor, ışık ve perdeden sorumlu arkadaşlarımı çıldırtıyordum. Üstelik gösterilerin birinde, tam da bu sahne esnasında izleyicilerden yaşlıca bir hanımefendi fenalaşarak kendini dışarı atmasın mı? Artık efsane olmuştum!

Ne var ki havalanmam uzun sürmedi. Bir-iki gece sonra, yazar arkadaşlarımdan biri en ön sırada oturan şimdi adını hatırlayamadığım bir tiyatro yönetmenine oyunu nasıl bulduğunu sormuş. Yönetmen oyunu beğendiğini, amatör bir topluluk olarak oldukça kaliteli bir iş çıkardığımızı vurguladıktan sonra eklemiş: “Ancak profesörü oynayan arkadaşınız seyirciye daha saygılı olmalı, ayakkabıları toz toprak içindeydi.” Meğer adam oyunumu izleyeceğine ayakkabılarıma takmışmış! Oysaki getto ortamını daha iyi yansıtabilmek uğruna güzelim pabuçları çamura bularken ne kadar da üzülmüştüm!

50 yıl önce Varşova Gettosunu böyle anmıştık. Bugün o arkadaşlarımın bazıları ne yazık ki artık aramızda değil. Bu vesileyle arkadaşlarımı özlemle, Varşova Gettosunun direnişçilerini de bir kez daha saygıyla anıyorum.

Dr. Paul Bronski’nin (İzel Rozental) tiradı

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün