Meşruiyet durumu

Alber NASİ Köşe Yazısı
3 Nisan 2019 Çarşamba

20. yüzyıla gelinceye kadar uluslararası meşruiyet pek bir şey ifade etmiyordu. İsteyen istediği yeri işgal ediyor, vergiye bağlıyor ve diğerleri kabul etse de etmese de, yani uluslararası anlamda bir meşruiyeti olmasa da, isteyen istediği gibi at koşturuyor, beğenmeyen de savaş ilan ediyordu. Napolyon, meşruiyeti aşmak için fethettiği yerlerde göstermelik plebisitler düzenliyor ve Fransız egemenliğini demokratik görüntüsü altında genellikle zorla kabul ettiriyordu.

19. yüzyılın başlarından itibaren yükselen milliyetçilik akımlarıyla beraber, dışardan destek bulan ve kendi başlarına daha iyi idare edeceklerini düşünen etnik gruplar bağlı oldukları imparatorluklardan koparak kendi ülkelerini kurmaya başladılar. Meşru muydu? O günlerde meşrulukları kimin onları tanıdığı veya destek verdiği ile ilgiliydi. Zayıf olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan Balkanların kopması zaman almış ama neticede gerçeklemişti. Oysa koskoca Hindistan veya Pakistan çok daha kalabalık olmalarına rağmen Britanya İmparatorluğundan kopmayı başaramamıştı. Başarsalar da meşruiyet kazanırlar mıydı?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve BM’nin kurulmasının ardından bu meşruiyet durumu daha fazla önem kazanmış olsa da, aslında pek işlerliği olmayan BM çok da etkin olamadı. Burada bir parantez açmak istiyorum. Aslına bakılırsa BM tam bir memur cenneti. BM’ye aktarılan gerek yardım gerek proje fonlarının yüzde 80’den fazla bölümünün eleman ve bina giderleri olarak buharlaştığı bilinen bir gerçek. Kaldı ki, dünyanın en pahalı şehirlerinde merkezleri bulunan BM’nin bu durumundan çalışanları sorumlu tutmak yine de pek adil değil. Neden BM Genel Merkezi New York’ta ve Cenevre’dedir? Eğer geçekten insanlık için bir şey yapmak istiyorlarsa Çin’de veya Hindistan’da olması gerekmez miydi?

Ülkelerin birbiriyle savaşmaları, Soğuk Savaş döneminde kitle imha silahlarının gelişmesinin ardından Sovyetlerin ve ABD’nin arkalarına sığınmalarıyla ve diğer ülkelerin bu iki süper güce bir anlamda haraç vermesiyle sağlanmıştı. Bu süreçte birbiriyle kavga eden ülkeler bloklar oluşturarak  kendi aralarında ve birbirleriyle savaşmayı kesmişlerdi. NATO, AB, NAFTA vb. tarih boyunca birbirleriyle savaşmış ülkelerin görece daha barışçıl yaşamalarını sağlamaya yöneliktir.

Günümüzde meşruiyet her ne kadar BM’ye endekslense de, biraz egemen güçlere biraz da jeopolitik güce dayanmaktadır. Yani esasen halen 19. yüzyılda neyse odur. Mesela Türkiye Cumhuriyeti 1974 yılında Kuzey Kıbrıs’ta bir Türk devleti kurulmasına yardımcı olmuş ve o devlet BM tarafından tanınsa da tanınmasa da Türkiye Cumhuriyeti sayesinde fiilen vardır. ABD başta Türkiye’ye ambargo uygulasa bile Türkiye’nin jeopolitik konumunu göz önüne alınca bu kararını pek sürdürememiştir.

Rusya Kırım’ı Napolyon’un yaptığı metoda benzer bir metotla, referandum yaptırarak ilhak etmişti. ABD ambargoları da pek bir işe yaramadı. 2014’ten bu yana ekonomik bedeller ödemiş olmasına karşın Kırım artık Rusya’nın bir parçası.

Bu bağlamda ABD Başkanı Donald Trump’ın üst üste sayabileceğimiz iki kararı oldukça önemli. ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması konuya meşruiyet kazandırmıştır. İsrail’in kendisinin bunu bu şekilde kabul etmesi ve/ya dünya üzerinde yaşayan Yahudilerin önemli bir kısmının bunu zaten bu şekilde kabul etmesi doğaldır. Ancak bu durumun egemen bir güç tarafında kabul edilmesi olayı bambaşka bir boyuta taşımıştır.

Golan Tepeleri kararı ise Kudüs kararından çok daha şaşırtıcıdır. Kaldı ki İsrail çok yakın bir geçmişte Golan Tepelerini barış karşılığı Suriye’ye bırakmayı planlıyordu. Ancak İsrail ile Lübnan (aslında Hizbullah) arasında patlak veren savaş Suriye’nin görüşmelerden çekilmesine sebep olmuş ve taraflar bir daha bir araya gelememişti. Zaten hali hazırda İsrail’in, mevcudiyeti kâğıt üstünde olan, ağırlıklı olarak Rusya ve İran’ın güdümünde olan bir ülke ile bir görüşme yapması olası değil. Donald Trump aldığı kararla 50 senedir zaten İsrail kontrolünde olan Golan’ı İsrail toprağı olarak tanımış ve bir anlamda meşruiyet kazandırmıştır.

Bir de Latin Amerika’ya bakalım. Pazartesi günü, Çin ile ABD arasındaki ticaret anlaşmasının imzalanması bekleniyordu. Ancak Çin ile ABD arasındaki bu ticari anlaşma ile ilgili bilgi akışı kesildi. Hatırlanacağı üzere Maduro anayasa değişikliğinin ardından muhalefetin boykot ettiği bir seçimle Venezüella Cumhurbaşkanı seçilmiş ve geçtiğimiz günlerde de yemin ederek görevine başlamıştı. ABD ise Maduro’nun meşru olmadığını ve asıl olanın parlamento olduğunu ve parlamento başkanını da cumhurbaşkanı olarak tanıdığını bildirmişti. Hatta Maduro, ABD elçilik mensuplarını ‘persona non grata’ ilan etmesine karşın ABD’nin Maduro’yu tanımamasından dolayı sınır dışı edememişti. Rusya, Maduro’nun arkasında durmamış ancak Çin Maduro’yu tanıdığını açıklamıştı. Çin ve ABD arasındaki konu cari denge gibi görünse de aslında siyasidir. Konu ticari anlaşma ile beraber Çin’in desteğini çekmesi ve Maduro’nun meşruiyetini iktidarını kaybetmesi oldukça olası.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün