Buralardan gitmek veya gidememek

Özgürlük neredeydi ki? Dilediği her şeyi yapabilmesinde miydi yoksa istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasında mıydı?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Ağustos 2018 Çarşamba

Yine bir Ağustos sonuydu.

İnsanı aldatmayan, ne zaman ne yapacağını hiç değiştirmeyen, insana benzersiz güven duygusu veren sanki tek canlı olan leyleklerin topluca gökyüzünde düzenle savrulmalarına bakakalmıştı. Her sene olduğu üzere kışı sıcak ülkelerde geçirmek için yaz sonuna doğru hep aynı günlerde topluca göçe başlamışlardı. Yunan mitolojisinde leylekler zaten sadakat simgesi olarak adlandırılırdı. Havada süzülen kuşlar, mitolojideki güven simgesine gerek duymadan güzellik hissiyatıyla aklını ele geçirmişti onun.

Sahte mutluluk dünyası Instagram’daki ‘story’sine, adanın masmavi gökyüzünde topluca yola koyulan leyleklerin fotoğrafını koymuş, ‘özgürlüğe kaçış’ sözcüklerini de eklemişti o kareye.

Leylekler zaten özgürdü ama sanki buralarda özgür olmadıklarını ima edecek kadar neyi anlatmak istemiş, ne düşünmüş, ne hissetmişti…

Gençliğinden beri özgürlük sorunsalını zihninin kodlarında dolaştırmış, etrafını sarıp sarmalayan, muhafazakâr, yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı, hatta tepkili; sürüler halinde yaşayan ve karşısındakini ha bire o sürünün içinde muhafaza etme gayretinde olan insanlardan hep kaçmaya çalışmıştı.

Yurt dışına okumaya karar verip, etrafındaki örülü yoğun kozasından fırlayıp bilinmezliğe doğru yol almak istemişti.

Heyhat, ülkenin en iyi üniversitesini kazandığını duyduğu an özgürlük sorunsalını çözmek daha da karmaşıklaşmış, konformizmin batağına kayma eğilimi göstermiş ve akabinde aldığı ‘özgürlüğe kaçış’ kararını aniden iptal etmiş, alt beniyle yaptığı savaşı, kozasının ağırlığı karşısında kaybetmişti.

Özgürlük neredeydi ki? Dilediği her şeyi yapabilmesinde miydi yoksa istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasında mıydı? Hiç bir zaman cevabı verilemeyecek bir soruyu sormanın anlamı da yoktu. İnsan aldığı kararlarının sonuçlarını özümsemek üzerinden hayat kodlarına sahipti nitekim. Feylesofun dediği gibi, “İnsanın durumundan ne Tanrılar sorumludur, ne ilk günah, ne kalıtım, ne çevre, ne soy, ne sınıf, ne de anne, baba; ne yanlış veya doğru eğitim, ne de çocukluk veya gençlik yarası. İnsan özgür yaratılmıştır. Durumundan sadece kendisi ve özgürlüğü kullanım alanı sorumludur.” Zira her seçim, aynı zamanda da bir kaybedişti, kazanımın dışında. Kaybettikleriyle değil kazandıkları ile yetinmeyi öğrenecekti.

Lakin yıllar geçtikçe özgürlük sorunsalı bu kez ‘evi’nin genel fotoğrafındaki sorunları da kapsayacaktı. Demokrasinin popülizme, vatandaşın tüketiciye dönüştüğü, zaten gerçekleşmeyen ideallerin bir daha hiç konuşulmamak üzere toprağa gömüldüğü zamanları yaşamak da ağır gelecekti ona. ‘Siyah’a ‘beyaz’ denildiği ve bunun geniş kabul gördüğü; bilgiden yoksun, önyargılara ve inanca dayanan sözde ‘doğrular’a maruz kalındığı, yalanın nihai hedef için geçer akçe olduğu, insanın en temel güdüsü olan mahcubiyet duygusunun, neredeyse hayatın yazılmamış kanunlarından çıkarıldığı bir iklimde yaşamak azap verici olacaktı.

Sosyal medyayı, ırkçılık yapanların, beğenmediği yorumlara en ağza gelmeyecek ağır sözler ve giderek küfür retoriği alanına dönüştürmek isteyenlerin, hiç bir mahcubiyet, pişmanlık veya özür dileme müessesine sahip olmadan aklına geleni fütursuzca yazanların savaş alanına dönüştürdüklerini görmek giderek işkence haline gelecekti onun için.

Ahlaki erozyon ise sınır tanımaz bir yüzsüzlük ile görüş alanına girecek, yeni dünya düzeninin, bireyi toplumsaldan, egosuna doğru hızla kaydırdığına tanık olacaktı. Ateş hep düştüğü yeri yakacak, sanki insanlık, her adımını hayatta kalabilme refleksi ile atmaya çalışan, öteki’yi çiğneyen post modern çirkin bireyler tablosuna dönüşecekti. Ve kimileri de bu karanlık tabloya yüzünü çevirip hayatı sadece haz üzerinden okumaya devam edecekti.

O Ağustos günü tekrar gökyüzüne baktı. Yine ve yeniden, sadakat emsali leyleklerin sıcak ülkelere kaçtığına bir kez daha tanık oldu. Bu muazzam düzen, disiplin ve birliktelik karşısında birden bir huzur kapladı benliğini. Bu hayatta leylekler gibi hayatın doğru kodlarına ve iyiliğe sahip, elde kalan bir avuç ‘güzel’ insanı düşündü. Onlar bir yerlerde var idiler. Onların sessizce, hayata inat, sevgi içinde kötülükle mücadele ettiklerine emin olduğuna karar verdi. Onlara mutlaka bir gün ulaşacağı hayalini de eksik etmedi kafası karışık benliğinden.

Ve sonra, meşhur şarkıda* da dendiği gibi, “Ya unutmak ya da hatırlamak için dans etmek” istedi. Hayata geri dönmüştü yeniden.

Hiç bir yere gidemeyeceğini bir kez daha idrak etmişti.

Aslında, leylekler de geri dönmek üzere gitmiyorlar mıydı?

Zira Adem’in çocuklarının evi, doğdukları, nefes aldıkları yerdi. Başka hiç bir yer, o eve bağımlılığa halel getiremeyecekti.

Esasen, aynı şarkının en güzel sözleri ne diyordu?

“İstediğin zaman çıkış yapabilirsin ama buradan asla ayrılamazsın…”

Bedeni ordaysa bile, ruhu hep buralarda kalacaktı.

*’Hotel California’/Eagles