Artan boşanma oranları

Naci BOSTANCI Perspektif
31 Mayıs 2022 Salı

Sokakta yürüyorum. Eve gideceğim. Önümde ağır aksak adımlarla yürüyen orta yaşın üstündeki üç kadın aralarında konuşuyor. Biri, diğerlerine dertlenir bir ses tonuyla “Oğlan çok zor günler geçirdi,” diyor. Sadece bu cümleden hikâyenin bir boşanma meselesi olduğu hissi uyanıyor bende. Devamına daha bir kulak kabartıyorum. “Mersedes’i vardı,” diyor, “Sattı, ikiye böldü, yarısını ona verdi.” Anlıyorum ki o, boşandığı ya da boşanma sürecinde olduğu karısı. Mal paylaşımı gözde emtia otomobille başlamış. Yanlarından geçerken konuşan kadının oğlunun 35-40 arası olabileceğini tahmin ediyorum. Konunun başını ve varacağı muhtemel sonu tahmin etmek güç değil. Aileyi dağılmaya götüren süreç hemen hemen her şekilde tartışma ve krizlerle olur, bu nihai dönemde zirveye ulaşır. Güle oynaya, işbirliği yaparak boşananlar da vardır muhakkak. İşin tabiatı icabı bunlar istatistikte bile hesaba katılmayacak orandadır.

On yıldır evli olan tanıdığım bir arkadaş bir an dahi mutlu ve huzurlu olamadığını söylüyor. Sebep, ayrı dünyaların insanları olmaları. Artık ortak dil Türkçe bile meramlarını ifadede ‘ortak’ olma gücünü kaybetmiş, ikisi için iki ayrı yabancı dile dönüşmüş. Anladım ve teslim oldum, diyor. Temel mesele çocuklar. Onlar üzülmesin duygusu, ezici olarak hissettiği psikolojik travmaya katlanmayı getiriyor. Şüphesiz kadının da kendine göre bir anlatımı, şikâyetleri, karşılanmayan beklentileri, hayal kırıklıkları vardır. A. Kurosava’nın Raşomon filmi “herkesin kendi bulunduğu yerden olup bitenleri görürken nasıl anlamlandırmanın farklılaştığını” anlatır. Ayrılma aynı zamanda bir raşomon durumudur. Mesafe açıldıkça ayrılma süreci güç kazanır.  

Türkiye’de 2001’de boşanma oranı yüzde 1,41. Yirmi yıl sonra 2,07 olmuş. Nereden baksanız artış yüzde elli. Oranların şehirlere göre dağılımında ilk sıra İzmir’in: Yüzde 3,04. Onu 3,01 ile Antalya ve 2,93 ile Uşak takip ediyor. En az boşanma oranı olan iller ise Şırnak 0,38, Hakkâri 0,40 ve Siirt, Muş 0,46.

Avrupa’daki duruma bakarsak, 2017 yılında gerçekleşen her yüz evliliğe karşı 22,5 boşanma ile Türkiye Romanya’nın ardından en az boşanma sıralamasında ikinci. Sonra Almanya ve Polonya geliyor. En yüksek boşanma oranları ise 50 ila 68 ile sırasıyla Portekiz, İspanya, Belçika’da.

Aile insanoğlunun yeryüzündeki hikâyesinde en eski kurum. Toplumsal hayatın temeli. Aile yapısında şüphesiz değişimler oluyor, tarih içinde farklı türden aileler karşımıza çıkıyor, ancak bir ‘toplumsal, psikolojik, ekonomik’ birim olarak aile her zaman mevcut. S. Freud, toplumun kurucu unsurunun tabu olduğunu söyler. Yani kutsala dayalı olarak işleyen yasaklar ve sınırlamalar. Bunlar olmaksızın bir toplumsal hayattan, buna imkân sağlayacak şekilde karşılıklı rol ve ilişkilerin tayin edildiği bir topluluk durumundan bahsetmek mümkün değildir. Hiçbir sınırın, yasaklamanın olmadığı, her tür ilişkinin taraflarca diledikleri şekilde ve serbestçe kurulabildiği bir toplumsal hayat düşünebilir miyiz? Burada yaşanacak kargaşa ve çatışma kısa zamanda bir arada hayat sürmeyi ortadan kaldıracaktır. 1968’de ‘burjuva toplumuna karşı’ alternatif düzen arayışı içindeki gençlik hareketleri, Fransa’da kır ve şehirde ‘komünal hayat’ denemelerinde bulunur. Kadın-erkek ilişkilerinin tamamen rızaya, karşılıklı isteğe, aşka dayalı kurulduğu, her tür zorlayıcı bağın ilga edildiği bu yapılanmanın ‘teorik varsayımlardaki beklentilere’ uygun yürümediği kısa zamanda görülür ve ortadan kalkar. Çünkü ‘arzu, istek, beklenti, aşk vs.’ fail olarak sadece ‘ben’e dayalı şekillenmez, serbest ilişkide aynı zamanda maruz kalınan ve çeşitli maliyetlerin ödendiği sonuçlar doğurur. “Ben, istediğim şekilde ilişki kurabileceğimi” ümit ederken, başkalarının baskın isteklerinin kurbanı haline gelebilirim. A. Herzen ve arkadaşlarının romantik liberal hareketinin Paris maceralarının mektuplar üzerinden anlatıldığı Carr tarafından kaleme alınan ‘Romantik Sürgünler’ buna dikkat çekici bir örnek oluşturur. Esasen ‘aile’nin de temellendiği husus tam da buradadır. Aile, akli müzakereye indirgenemeyecek katı sınırlamaların alanı içinde var olur. Cinsel yasak ve meşruiyet çizgisi kutsal ya da metafizik ilkelerce çizilir, duygusal dalgalanmaların getirdiği kişisel ve toplumsal istikrarsızlıkların tahrip edici etkisinin nüfuzu önlenmeye çalışılır.

Eski Yunan’da, Roma’da, Ortaçağ Avrupa’sında, Orta Asya kabilelerinde, Arap dünyasında, İslam ülkelerinde farklı türden aile modelleri bulunmakla birlikte hepsinde en temel ilke çizginin ‘kutsal’ tarafından garanti edilmesidir. Yine çok önemli bir husus, erkek ve kadına ait rollerin geçmişte neredeyse kesin bir şekilde birbirinden ayrılmasıdır. Bu ‘ayırma’ modernleşme süreçleriyle birlikte belirsizleşmeye ve nihayet önemli ölçüde ortadan kalkmaya başlamıştır. P. Clastre, Amazon’daki yerlilerde kadın ve erkeklerin rollerinin karşılıklı sepet ve yay ile tanımlandığını bildirir. Sepet, yumru kökleri toplamak, hane içi bildik işleri yapmak için kadına ait olan ve erkek için ‘tabu’ kabul edilen, sembolik anlamla da yüklü bir araçtır. Yay da ava çıkması gereken erkeği tanımlar ve kadın yaya dokunamaz. Bunu yakın dönem kendi toplumumuza yansıtmaya kalkarsak, geleneksel yapı içinde ‘elinin hamuru ile’ erkek işine karışmaması gereken kadını ve ‘yemek yapmak, bulaşık yıkamak gibi erkeklik imgesinin kaybına neden olacak işlerle meşgul olmaması gereken’ erkeği hatırlayabiliriz. Bu söylediklerimizi bugünkü kuşakların bilmesi fazla beklenmez, ancak yaşı ellinin üstünde olanlar bu ayrıma dair canlı birçok olay, yargı, ayıplama ya da “hah şöyle erkek gibi ol” hitaplarını hala hafızalarında canlı bir şekilde hatırlayacaklardır.

Aile, onun teşekkülü, bu süreçteki ilişkiler, gelenekler, törenler, kadın erkek rollerinin toplumsal hayat içinde takdimi, aleniyette ‘kabul edilen davranış kodları’ ile mahremiyette bunlarla önemli ölçüde çelişecek şekilde yaşananlar dev bir literatür tutar. Onlara çok girmeden, bugün geldiğimiz noktada modern hayatın gerektirdiği ‘kabullere’ dayalı olarak, ancak yine kutsala, geleneğe, yasaklara ait zengin bir arka planla ‘çekirdek aile’nin egemen form olduğunu söyleyebiliriz. Anne, baba ve çocuktan müteşekkil çekirdek ailenin, ikincil unsurların bulunmadığı bir yapı olarak daha ‘dayanışmacı’ olması beklenirken, biraz önce boşanma oranlarındaki yükselişin de işaret ettiği gibi o dahi önemli meydan okumalarla karşı karşıyadır.

Bu meydan okumaların her biri başlı başına ele alınması gereken konular. Derinlemesine değerlendirmeleri başka yazılara bırakırken, ana hatlarıyla çekirdek aileyi tehdit eden gelişmeleri sıralayabiliriz.

  1. Sağlıkta, beslenmede, hayat tarzındaki gelişmelerin insan ömrünü uzatması sebebiyle insanların ikinci bir hayat aramaya başlaması.
  2. Romantik aşk imgesinin güçlü bir şekilde çeşitli kültürel ürünlerle dolaşıma girmesinin ‘aşka dayalı ilişkilere yönelik oluşturduğu güçlü beklentinin’ ailenin gerçek ilişkiler dünyasında karşılanamaması. Böylelikle insanların ‘bir yerlerde’ bulabileceklerini umdukları romantik ilişki arayışlarına girmeleri.
  3. Sosyal medyanın gerçek dünyada örneği olmayacak şekilde maddi ve moral olarak ‘mükemmel kişilik imgeleri’ni dolaşıma sokmaları ve bunun romantik arayışlara tekabül ettiği yanılsaması.
  4. Kadının modernleşmeyle birlikte kamusal hayata güçlü bir şekilde girmesinin geleneksel rol kalıplarında doğurduğu değişime uyum zorluklarının ve yeni kültürel kodların teşekkülündeki gecikmenin cinsler arası ilişki üzerindeki tahrip edici etkisi.
  5. Aile ilişkileri bakımından tayin edici ‘aklı ve müzakereyi aşkın şekilde teşekkül etmiş metafizik arka plan’ın ‘dünyanın dünyalaşması’ sürecinde zayıflaması ve böylelikle cinsler arası iktidar mücadelesinin alanının alabildiğine genişlemesinin getirdiği istikrarsızlıklar.
  6. Modern teknolojinin cinslerin birbirlerine rol dağılımı çerçevesinde duydukları ihtiyacı ortadan kaldırması ve ‘kendi kendine yeterli birey’in güç kazanması.

Bu unsurlara başkaları da eklenebilir. Ancak görünen o ki modernleşme süreci dünyanın her yerinde boşanma oranlarını artırmaya devam edecek. Odaklanılması gereken, baştan angaje bir takım fikirlerle olup bitenleri çözümlemek değil, ‘beklenti-gerçekleşme’ ilişkisi çerçevesinde gerçek dünya ile yanılsamalar evreni arasındaki kırılmaları görebilmek, insanın ‘trajik bir hayata savrulmasına’ mümkün olduğu ölçüde mani olmak. Her tarihsel dönemin getirdiği zorluklarla, yara bere içinde kalarak da olsa akıl temelinde mücadele eden ve kendine tutarlı bir hayat inşa etmenin yollarını bulan insanoğlunun, bu konuda da çözümlemelerini benzeri bir istikamette yapmasını ve ‘hayali ilişkilere teslim olmak’ yerine gerçek dünya zemininde olup bitenleri görerek sonuçlar çıkartmasını beklemek yanlış olmayacaktır.  

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün