Dünya ve İran sinemalarının büyük kaybı ABBAS KİAROSTAMİ

Bombalamalar, terör, ilk günlerinde 50’yi aşkın ölümlü kaza yüzünden zaten acılı girdiğimiz geçtiğimiz bayram, gönlümüze yakın gelen sinemasıyla, tanımasak da, kadim dost bildiğimiz Abbas Kiarostami’nin ölüm haberi üzüntülerimize bir yenisini daha ekledi.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
20 Temmuz 2016 Çarşamba

22 Haziran 1940’da Tahran’da doğan, 76. doğum yıldönümünden birkaç gün önce Paris’te yaşamdan ayrılan yazar yönetmen Abbas Kiarostami, İran Yeni Dalgası’nın dünyaca ünlü en önemli sinemacısı olmasının yanında üst düzey şair, fotografçı, grafik tasarımcısı, çizer ve ressam olan bir Rönesans sanatçısıydı. 1970’den beri 40’ın üstünde film çeken Kiarostami, filmlerinin senaryosunu da yazan, her aşamasında, yapımcılığından sanat yönetmenliğine, kurgusuna fiilen çalışan gerçek bir ‘auteur’dü.

18 yaşındayken bir resim yarışmasında birinciliği kazanan Kiarostami sanat alanında ressam olmayı seçerek, Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Resim ve Grafik Tasarım Bölümünden mezun olmuştu.

1960’ların sonlarına doğru İran’da Forough Farrokhzad, Sohrab Shahid Saless, Bahram Beizai, Parviz Kimiavi ve Dariush Mehrjui gibi sinemacıların öncülük ettiği, felsefi ve/veya siyasi konuların şiirsel bir dil ve alegorik bir ifadeyle anlatıldığı, batılı eleştirmenlerin İran Yeni Dalgası olarak adlandırdığı bir sinema akımı başlar.

Önceleri grafiker olarak çalışan Kiarostami Tahran’daki ‘Çocukların ve Gençlerin Zihinsel Gelişimi Enstitüsü’nde bir film yapımı bölümü kurulmasına yardımcı olduğunda bu anlatım tarzını kendine yakın bularak 30 yaşında sinemaya geçti. İlk filmi, enstitünün de ilk yapımı olan, bir çocuğun saldırgan bir köpekle karşılaşmasını anlatan yeni gerçekçi tarzda on iki dakikalık kısa filmNān o Kūche / Ekmek ve Sokak’dır.

Bunu, 1972’de çektiği ‘Zang-e Tafrīh’ ve 1973 yapımı ‘Tajrobe’ adlı kısa iki film izledi.

Bu süreçte, enstitünün film yapımı bölümü de gelişerek İran’ın en ünlü film stüdyolarından biri haline gelmişti.

Kiarostami, 1974’te çektiği ilk uzun metrajı ‘Mossafer’, İran’ın küçük bir köyünde yaşayan, İran Millî Futbol Takımı’nın Tahran’da yapacağı önemli bir maça gitmek için arkadaşlarını ve komşularını oyuna getiren on yaşında bir çocuğun öyküsüdür. Film, bir dizi olaydan sonra, tam maç zamanında Tahran Stadına varan çocuğun amacına ulaşmadaki kararlılığını ve davranışlarının başkaları, özellikle de en yakınları üzerindeki etkilerini, aldırmazlığını konu alır.

Çoğunlukla çocukların ve gençlerin yaşamına eğilen film ve belgeseller yapmaya devam eden Kiarostami, batı ülkelerinde İslam devriminden sonra tanınmasına karşın, devrim öncesinde uzunlu kısalı 12 film çekmişti. Devrim sonrası, meslektaşları batıya kaçarken İran’da kalan az sayıda yönetmenden biriydi: “Bir ağaç kökleriyle sökülüp başka bir yere dikilirse, yaşamaya devam eder ama artık meyve veremez. Verse de o meyveler ağacın ilk yerindeyken verdikleri kadar lezzetli olmaz. Bu bir doğa kanunudur. Ülkemi terk etmiş olsaydım aynen o ağaç gibi olurdum.”

Kiarostami, batılı sinema çevrelerinde ilk kez, Tahran’ın kuzeyindeki Manjil-Rudba bölgesinde elli bin kişinin ölümüne yol açan depreme göndermeler yaptığı için ‘Deprem Üçlemesi’ ya da hepsi Kuzey İran’daki Köker köyünde geçtiğinden, ‘Köker Üçlemesi’ olarak adlandırılan filmleriyle tanınır.

Üçlemenin ilk filmi ‘Hane-yi Dost Kocast? / Arkadaşmın Evi Nerede?’ (1987), sıra arkadaşının defterini yanlışlıkla aldığını fark eden sekiz yaşındaki Ahmet’in, büyüklerin telaşını ilgisizlikle karşılamalarına karşın, defteri vermek için bütün bir öğleden sonra arkadaşının evini aramasını konu edinir. Basit gibi görünen hikâye, insanların bireysel yükümlükleri, vicdan, sadakat ve günlük kahramanlıkları sembolize ederek, çocuğun bakış açısından anlatılmaktadır.

‘Zendegi ve Digar Hiç / Ve Yaşam Sürüyor’ (1990), bir baba-oğulun depremin ardından Tahran’dan Köker’e yaptıkları yolculukta ‘Arkadaşımın Evi Nerede’nin çocuk oyuncularını aramalarını izlerken, depremin yol açtığı büyük yıkıma karşın, sağ kalanların yaşama sarılma coşkusunu anlatır.

Düş kurmanın yaşamın en önemli öğelerinden biri olarak öne çıktığı ve yaşama içgüdüsünün ölümden çok daha güçlü olduğunun vurgulandığı üçlemenin son bölümü Zir-i Dirahtan-i Zeytun / Zeytinliklerin Altında’ (1994) filminde, ‘Ve Yaşam Sürüyor’un çekimleri sırasında geçen bir olay aktarılır. Ülkenin geleneksel seyirliği Taziye’nin de benzer öğelere yer verdiğini bilen yönetmen, zaman zaman perdede çekim ekibinden kişileri de göstererek Brecht’in yabancılaştırma kavramına gönderme yapar.

abbas

İranlı yönetmen, 'Kirazın Tadı' filmiyle 1997'de Altın Palmiye ödülünü aldı

 

Üçleme, Kiarostami sinemasının önemli unsurlarından olan İran köy manzaralarının şiirsel kullanımı, gerçekçiliği ve mizahın dokunaklı kullanımıyla da dikkat çeker. Yönetmen bu filmlerinin bir üçleme oluşturmadığını, ancak ‘Ve Yaşam Sürüyor’ ile ‘Zeytinliklerin Altında’nın 1997 yapımı ‘Kirazın Tadı’ ile, filmlerin üçü de aynı temayı, yani, ‘yaşamın değerini’ işlediği için bir üçleme oluşturabileceği görüşündedir.

1990’da çektiği ‘Nemay-i Nazdik / Yakın Plan’, ünlü yönetmen Muhsin Makmalbaf olduğunu iddia ederek, çekmek istediği film için para sızdıran gerçek bir dolandırıcının, Makmalbaf’la görüşmesini ve duruşmasını cinema vérité anlayışı ile, belgesel ve yeniden canlandırmayı kaynaştırarak anlatan farklı bir çalışmadır.

Cannes Film Festivali’nde İran sinemasına ilk kez Altın Palmiye kazandıran, ahlak, intiharın meşruiyeti, merhametin anlamı gibi temaları işleyen yalın ve hüzünlü ‘Taam-ı Guilass / Kirazın Tadı’ (1997) intihar etmeye karar veren ve kendisine intiharında yardım edecek birini arayan orta yaşlı, varlıklı bir erkeğin öyküsünü anlatır. Bütün gece yardımcı aradıktan sonra aradığını bulur ama yol boyunca tanıştıklarının hayatın anlamı üzerinde söyledikleri ve kendisine yardım sözü veren adamın “kirazın tadını özlemeyecek misin?” sorusu, yaşamın değeri üzerinde tekrar düşünmesini sağlar.

1999’da Kiarostami, Uluslararası Venedik Film Festivalinde ‘Jüri Büyük Ödülü’nü ‘Bad ma ra kahad bord / Rüzgâr Bizi Götürecek’le alır. Film, yönetmenin simgesi haline gelmiş olan toprak rengi uzun planlarla görüntülenen ücra bir Kürt köyünde bir süre kalmak zorunda kalan bir şehirlinin gözünden, kentsel ve kırsal karşıtlıklara odaklanır. Çok çabuk yürüyen, çok fazla soru soran, Tahran’la görüşebilmek için cep telefonunun çektiği tepeye Jeep’le defalarca gidip gelen adam, giderek bu zamanda kaybolmuş dünyanın insanlarının yalın ve yapmacıksız değer yargılarına ve köyün dingin yaşamına saygı duymayı öğrenecektir.

2001’de Kiarostami, Birleşmiş Milletler Uluslararası Tarımsal Gelişmeler Fonu’nun talebi üzerine Uganda’da ‘ABC Africayı çeker. Çoğu AIDS salgını sebebiyle öksüz ve yetim kalan çocuklara odaklanan belgeselde de ölümü değil, yaşam ve ölümü anlatmayı başarır.

Her filminde yeni sinemasal deneyler peşinde koşan Kiarostami, ‘On’da (2002), Tahran sokaklarında varlıklı bir kadının arabasına aldığı, aralarında huysuz oğlu, kız kardeşi, otostop yapan bir fahişe, kocasının terk ettiği bir gelin de olan on ayrı kişi ile sohbetleri aracılığıyla İran’ın sosyo-politik bir panoramasını çizer.

Filmin çekiminde oyunculara ne yapmaları gerektiğiyle ilgili öneriler getiren yönetmenin çekimler süresinde içinde bulunmadığı, otomobile monte edilmiş dijital bir kamera kullanılarak çekilen ‘10’, esas olarak yönetmenin neredeyse devre dışı bırakılması yönünde bir denemedir.

2003’de Kiarostami, Hazar Denizi kıyılarında el kamerasıyla çekilmiş beş uzun doğa planından oluşan, ‘5’ ya da Ozu’ya İthaf Edilmiş Beşi çeker. Bu olağanüstü şiirsel çalışma, belki de bir sinemacının dâhi Japon Yönetmen  Yasujirô Ozu’ya en büyük saygı duruşudur.

İki ilginç belgeselden ve ‘Tickets filminin orta bölümünden sonra yönetmen, objektifini İran’ın kadın oyuncularına çevirir. Tamamı Hüsrev ile Şirin filmini izleyen kadınların yakın plan çekimlerinden oluşan ‘Şirin’ (2008), ülkesinin 100 kadın oyuncusuna bir saygı duruşudur.

Kiarostami, 2010 Cannes Film Festivali’nde Juliette Binoche’a ‘En İyi Kadın Oyuncu’, Valladolid Uluslararası Film Festivali’nde yönetmenine ‘En İyi Film’ ödülleri getirmiş olan son filmi ‘Roonevesht barabar asl ast / Copie Conforme / Aslı Gibidir’de ‘kopyanın aslından daha iyi olabileceği’ teması üzerine çeşitlemeleri, oyuncularının yakın planlarına odaklanan, arada olayın geçtiği Toskana’nın olağanüstü güzelliklerini de göz ardı etmeyen bir yorumla ele alır.

2012’de, estet ve şair Abbas Kiarostami seyircilerini bir kez daha şaşırtarak, huzursuz ve yalnız karakterlerine sevecen ve nerdeyse mizahi bakış açısını bu kez Japonya’ya çevirir.

Adını Ella Fitzgerald’ın meşhur ettiği şarkısından alan ‘Like Someone in Love / Aşk Gibi’ yaşlı bir profesör ile okuduğu üniversitenin parasını ödemek işin seks işçiliği yapan genç bir kadının iki gününün öyküsüdür. ‘Aslı Gibidirde olduğu gibi ‘rol oynama’, hayat ve sanat ilişkisi gibi temalara da değinen bu film, melankolik havası, sakin temposu yalın görüntüleri ve kurgusuyla muhteşem ve karmaşık bir sanat eseridir. 

Kiarostami, son başyapıtını hayranı olduğu Yasujirô Ozu’nun ülkesinde çektikten sonra,70 yönetmenin sinemanın geleceğini tartıştığı  ‘Venice 70: Future Reloaded’ (2013) adlı belgesele katkıda bulundu. Hâlâ çok önemli işler yapabileceği bir yaşta, mide kanserine yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Nurlar içinde yatsın.

Kiarostami, hiçbir zaman çağdaşı Makmalbaf gibi okul açıp sinema eğitimi vermeye yönelmese de, dingin anlatımı, uzun planları, kurmaca ile belgesel arasındaki ince çizgide gezinen öyküleri ve öykülerinin en ciddi bölümlerinde bile izleyiciye göz kırpan gizli mizahı ile İran Sinemasında bir ‘Abbas Kiarostami Ekolü’ oluşturdu. Genç kuşağın önemli yönetmenlerinden Cafer Panahi ve Bahman Ghobadi, sinemaya ustanın asistanlığını yaparak başlamışlardı. Bir başka asistanı, yönetmen, görüntü yönetmeni ve yapımcı oğlu Bahman Kiarostami, ilk belgeselini 1993’de 15 yaşındayken çekmişti.

Batı dünyasında en ünlü İranlı yönetmen olan, gelmiş geçmiş en önemli ‘auteur’lerden biri olarak görülen Kiarostami, filmlerinin çoğunun İran’da gösterimine izin verilmeyişi sebebiyle kendi ülkesinde az tanınır: “Yetkililer benim filmlerimi hiç anlamıyorlar. Ama biri anlar ve filmlerimde kendilerini eleştiren bir taraf bulur korkusuyla yasaklıyorlar.”