Langa: Kayıp bir kuşağın hikâyesi

Nermin, 1970’lerde Langa mahallesinde yaşayan küçük bir kız çocuğu…

Miryam ŞULAM Sanat
22 Haziran 2016 Çarşamba

Çocuk aklıyla, fıldır fıldır bakan masum gözleriyle etrafında olup biteni gözlemlemiş, içselleştirmiş… Sonra bir gün, kaybettiği babası Rıza Karahan’ın adını sonsuza dek yaşatmak için, bu kitabın sayfalarını iki Nermin bir olup yazmaya koyulmuş… Çocuk Nermin anlatmış, büyük Nermin yazmış…

 

Çocukluğuma vurulan bu darbe, bir daha beni çocuk yapabilecek miydi?’’ demiş kitabın ilk bölümlerinden birinde… Belki o günlerdeki gibi çocuk olamayacaktı Nermin Karahan yeniden, ancak bu kitabı o çocuk yazdı. Toplumsal ve psikolojik birçok önemli mesajı satır aralarında keşfedeceğiniz bu eseri okurken, o zamanlarda yaşamış olan herkesin kendinden bir şeyler bulacağına ve bu tatlı kız çocuğunu benim gibi çok seveceğine şüphem yok. 

 Öncelikle, büyük bir hayalini gerçekleştirmiş Nermin Karahan’ı bize tanıtır mısınız?

Aslında benim açımdan bakıldığında, LANGA’yı yazmak hayalden öte bir vedalaşma. Annem ve babama veda edebilmek için yazdığım bir kitap. Bana gelince… 1971 Sivas doğumluyum ve iki evlat annesiyim. Kocaman bir ailem var. Ve bu nedenle hep derim, biraz anne, biraz evlat, biraz abla, biraz kardeşim diye . Grafik ve tasarım teknik öğretmeniyim. Hem tasarımcı, hem eğitmen hem de anne olunca, hayalperest ve Osmanlı ruhu karışımı var biraz yapımda. Tasarım konusunda uzun zaman yayıncılık sektöründe teknik müdürlük yapmış olmakla birlikte, iş hayatımı sadece eğitmenlikle devam ettiriyorum. 

 1970-80 yılları arasında çocukluğu kursağında kalan, adabın, saygının, samimiyetin, küçük hanımlığın, görgünün feyzini almış, kaybolmuş kuşağız…’’  Neden kendinizi kayıp bir kuşak olarak görüyorsunuz?

Bu aslında çok derin bir soru. Birkaç nedeni var böyle hissetmemin. Yaklaşık 35 yıl öncesinden bahsediliyor kitapta. O dönemin nesli, önemli değerlerle büyütüldü. Edepli olmak ve adabı bilmek, saygıyı da beraberinde getirir düşüncesiyle, çocuklara her şeyin yolu yordamı anlatılır, gösterilirdi. Bugünün çocuklarına bakıp, iç çekerek endişelenmemizin sebebi de budur aslında. Diğer bir sebepse, çocuk gözlerimle aktarmaya çalıştığım 80 darbesinin hemen öncesi. Babamın o dönemdeki siyasi duruşu, sol düşüncenin getirisiydi. O, önemli davası için, düşüncesinden ödün vermeden, elinden geleni yaptı. Hem fiziksel, hem yaşam şartları anlamında bedellerini de ödedi. Bundan, tek gün bile pişmanlık duymadan, bir halk adamı olarak yaşadı. Duruşunu model aldığım babamla her zaman gurur duydum. Elbette ki sadece babam değil; o dönemlerde birçok insan bu savaşı verdi. Bizler daha çocuktuk. Olan biteni izliyor fakat tam anlamıyla neler olduğunu anlamıyorduk.  1980 darbesinden, çocuk olarak biz de nasibimizi de aldık. Ailelerimiz yaşadığı yeri terk etti. Bizler birbirimizi kaybettik. O darbe, bir anlamda çocukluğumuza vuruldu. Büyüdüğümüz sokakları, arkadaşlarımızı, çocukluğumuzu yitirdik. Bir daha dönemedik; o arada da zaten büyüdük.

 Fırında çalışarak eve ekmek parası getiren bir baba, eşine sevgiyle birlikte büyük saygı duyan bir anne ve iki erkek, bir de kız kardeşi vardı 7 yaşındaki Nermin’in. Komşularla iç içe, yoksul fakat değerlerine sahip çıkan bir mahallede, mutlu bir çocuk olabilmiş miydi?

Ben musmutlu bir çocuktum. İçimdeki çocukluk sevincim, kelebek gibi oradan oraya konup duruyordu her gün. Evet, yokluk çoktu.  Ama o yokluğu paylaşan, vicdanı ve insanlığı muhteşem olan ailelerimiz ve komşularımız vardı. Onlar bize, o yokluğun kötü yüzünü hiç göstermediler. Hep yoktan var ettiler. Bizler hiç aç-susuz da kalmadık. Evden elimizde bir domates ekmekle fırlar, oyun oynarken karnımızı doyurur, susayınca en yakın komşudan suyumuzu içerdik. Kimin kapısını çalsak, o kapının ‘söyle çocuğum’ gülümsemesi ile paylaşımcı bir yürekle açılacağını bilmek büyük bir güvendi. Kimin çocuğu olursak olalım, sürekli kollandığımızı bilmek çok önemliydi. Kaygılanmazdık hiç.  Kesinlikle çok mutluydum.

 Kitabınızın arka kapak sayfasında yer alan Kıvanç Tatlıtuğ, yazısında, babanıza ait bir türküyü okuduğundan bahsetmiş…

Evet, Kıvanç Tatlıtuğ, ‘Kuzey-Güney’ dizisinde, herkesin Rıza Karahan (Aşık Fakir) olarak tanıdığı babamın ‘Saçlarını Yol Getir’ adlı eserini okudu. Bir ses sanatçısı olmadığı halde Kıvanç Tatlıtuğ, özellikle dizideki rolü gereği saz çalmayı öğrenerek ve bu türküye gönlünü koyarak, onu en doğru okuyan kişilerden biri oldu. Bir kez daha, sanata ve sanatçıya gerçekten değer veren ve babamın kişiliğine bu denli saygı duyarak kitabıma dokunan sevgili Kıvanç Tatlıtuğ’a yürekten teşekkür ediyorum.

 Aşkın Abla, Sabahat, Zehra’nım, Remzi, Fidan, Işıl, Vildan, Hayriye Ablalar, Deli Güzide, Güler Teyzeler, Yıldız Hoca, Kenan Abi ve Tahir Abi ve daha birçok karakter katılmış kitabın içine. Onlar Nermin Karahan’a neler katmış aslında?

Onlar ayakları yere basan, çok sağlam bir Nermin büyüttüler. Seven, sayan, paylaşan, koruyan, kollayan, düşünen, konuşan insan olmayı öğrettiler. Onlardan gördüğüm her paylaşım, her davranış, duyduğum her söz, bugün, vicdan, insanlık, düşünce ve duruş olarak kişiliğimi yarattı. 

 Bu kişilerden kitabı yazdıktan sonra yeniden bir araya geldikleriniz oldu mu? Nasıl tepkiler aldınız?

Kitaptaki platonik aşkım Murat haricinde, birçoğu ile bir araya geldik. Hâlâ o kedi buraya gelecek diye bekliyorum ϑ.  35 sene sonra kitaptaki karakterlerle bir araya gelmek müthiş bir duygu. Kitaptaki teyzeler artık 60-70 yaşlara, ablalar, ağabeyler orta yaşlara gelmiş.  Biz çocuklar da, yetişkin kadınlar, erkekler olmuşuz. Duygu ve özlem dolu kavuşmalar yaşadık. Çok ağladık, çok güldük. Annemle babama üzüldük, kayıplarımıza ağladık, özlediklerimize iç çektik. Ama bunca yıl sonra bir araya gelmenin buruk mutluluğunu defalarca sarılarak yaşadık. Şunu da fark ettim ki; aradan bunca yıl geçse de, ben kimi hangi yaşta bıraktıysam, kaybettiysem, onlara öyle bakıyorum, onlar da bana o küçük Nermin olarak bakıyor. Bu anlatılması zor bir duygu…

 Babanızın anısına yazılmış olsa da, kitabınızda annenizle ilgili hayranlık uyandıran birçok cümleyle karşılaşıyoruz. Anneniz yaşıyor mu?

Annemi, babamdan 17 ay önce kaybettik. Önce annem, ardından babamı kaybetmek, hayatımda iki büyük acıyı arka arkaya yaşamak zorunda bıraktı beni. LANGA’yı yazmaya da bu acı ile karar verdim. Yasımı bu kitapla tuttum. Yaşananları yeniden hatırlarken, çok ağladım. Bazılarında güldüm. Bazılarında saatlerce oturup yazdığım bölümü düşündüm. Bir kız çocuğu, hep annesinin eteğinin dibinde büyür bilirsiniz. Evin büyük kızı olarak ben de hiç ayrılmadım annemin yanından. O nedenle çocukluğumu anlatırken, annemle olan hatıralarım ve hayranlıklarım daha fazladır. Keşke yaşasaydı da, o anlatsa, ben yazsaydım.

 Cehalet, yoksulluk, ahlaki değerler ve o döneme ait idealist, gözü kara insanlar var Langa’da. Evlerde yapılan o gizli buluşmalar, inandıkları şey uğruna gerçekleştirilen tehlikeli eylemlerin hazin sonuçları ailenizi de, sizi de çok etkilemiş olmalı…

Evet, ‘çocukluğumuza vurulan darbe’ diye adlandırsam da, o siyasi dönem benim insana ve yaşama bakış açımda, büyük rol oynadı. Paylaşmak, adil olmak, kollamak, ayakta sağlam durmak, o izleri takip ederek kazandığım değerler. Yaşananlar bana çocukluğumu kaybettirirken, bir yandan da insanı, emeği, düşünceyi ve adaleti öğretti.

 Çok değişik terimlerle karşılaştım kitapta, ‘istediğim gibi cıllazırım’, ‘hayvahh’ veya ‘südüklüğün tutulsun’ gibi… Sanki Langa’ya özel bir lisan da vardı.

Bu terimler aslında Langa’ya özel değildi. ‘Cıllazmak’, çocukluğumuzda, oyunları bozmak için kullandığımız bir terimdi. Fakat kitapta, anneme has ifadeler var, evet.  Annem farklıydı. Birçok insan da, onu söylemleri ile tanır ve hatırlar. Mesela eyvah diyemezdi annem, yerine hayvahh derdi. Onun ağzından çıktığı gibi yazmak ve hatırlatmak istedim. Tanıyanların birçoğu da okurken “işte bu tam Selver Abla’nın sözleri” demiş.

 Kaleminizle, bizi alıp zaman tünelinin içinden bir döneme götürüp geri getiriyorsunuz. Ancak, kitabın sonu, okuruna devamını merak ettiriyor. Devamında Nermin Karahan’a ne oldu? Yoksa bu son, ikinci bir kitaba dair ipucu mu?

Öncelikle LANGA’yı böyle duygularla tanımlamanız beni çok mutlu etti. Çok teşekkür ederim. Bu kitabın ilk yazılış amacı anne-babaya vedaydı. Bir çocuk, anne-babasına ancak çocukluğu ile veda edebilir diye düşündüm.  O yüzden, çocukluğumun bittiği noktaya kadar anlattım. Sonrasını düşünmedim açıkçası.  Gelen okuyucu yorumlarında, “Ne oldu? Nereye gittiniz? O kıza ne oldu? Sonra nasıl oldu?” gibi sorular çok sık soruluyor. Bu güzel duygu ve tepkileri almak beni onurlandırdı. Elbette ki devamı bende, yaşanmışların ve yaşanamamışların içerisinde. Bu sebepten, ‘LANGA-2’yi yazma konusunda bir karar vermem gerekiyor; farkındayım .

23 yıl sonra, beni 9 yaşımda çeke çeke götürdükleri İstanbul’a, büyümüş, yetişkin olmuş, eş olmuş, anne olmuş Nermin olarak döndüm. Geldiğimde, ilk işim LANGA’ya gitmek oldu. 9 yaşında iken çıktığım sokağın başında, 10 yaşındaki kızımla durdum öylece…

Kısa zamanda üçüncü baskıya geçen bu kitap, darbe öncesi zorluklarla, sonrası büyük acılar çekmiş bir neslin ardından, sevgiyi, güçlü aile bağlarını, komşuluğu, kardeşçe yaşamayı çok güzel tarif eden satırlarla dolmuş. Bir de, Tipitip, naneli kare şekerler ve kırmızı horoz şekerler, macun, Besler bisküvi ve bunun gibi, bizi o zamanlara götüren lezzet şöleni de var okudukça hafızalarımızı zorlayan, gülümseten.