Tiyatro Festivali 5 Spymonkey ‘The Complete Deaths’ ‘Shakespeare’in Bütün Ölümleri’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
8 Haziran 2016 Çarşamba

Ölümünün 400. yıldönümü olan 2016 yılında, dünyanın en popüler oyun yazarının eserlerini kutlayan etkinlik ve aktivitelerden oluşan dünya çapında Shakespeare Lives / Shakespeare Yaşıyor programı kapsamında Brighton Festivali ve Royal & Derngate Northampton ortak yapımı, İngiltere’nin en ünlü 4 soytarısının sunduğu, ‘The Complete Deaths  / Shakespeare’in Bütün Ölümleri’, 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde izlediğimiz son oyunlardan biriydi.

Brighton’da kurulan, 1998’den bu yana komik ve deli zırvası bir tiyatro yaptıklarını iddia eden Spymonkey, sanat yönetmenleri Toby Park, Petra Massey, Aitor Basauri ve yardımcı sanatçılar Stephan Kreiss’le tasarımcı Lucy Bradridge’den oluşan beş kişilik yaratıcı çekirdek kadrosuyla İngiltere’nin önde gelen komedi topluluklarından biri. The Houston Chronicle’a göre kökleri “Monthy Python, Marx Kardeşler ve Samuel Beckett arasında bir yerlerde” olan Spymonkey’in İspanya, Almanya ve İngiltere’den gelen bu “ciddi, taşkın, akıllı ve komik”, dört clown’u, karanlık ve gergin fiziksel komedileri ile geniş bir kitleye ulaşarak, gerçek bir uluslararası fenomen yarattılar.

Bir Shakespeare projesi üzerinde düşünmeye 2012’de başlayan topluluğa, Shakespeare’in tüm ölümlerini sahneleyen bir clown projesi yapma fikrini, oyunu uyarlayan ve yöneten

Brighton’lu hemşerileri Tim Crouch vermiş. “The Complete Deaths” ölümünün 400. yılında Shakespeare’e hem kasvetli hem de son derece komik bir saygı duruşu niteliğinde.

Shakespeare’in oyunlarında sahne üzerinde yetmiş beş ölüm gerçekleşir; Spymonkey  Julius Caesar’da Romalıların intiharından, Kral Johnda Prens Arthur’un ölümüne, ‘Hamlet’in finalindeki katliamdan Antonius ve Kleopatradaki sepet içindeki yılanlara, ‘Titus Andronicus’ta hemen hemen tüm karakterlerin katledilişine, ölümleri bazen uzatarak,  bazen altını üstüne getirerek, bazen dokunaklı, bazen müzikal ve her daim deli dolu bir şekilde canlandırıyor.

Toby Park, ‘Shakespeare’in Bütün Ölümleri’  projesinin oluşum ve gelişim sürecini şöyle anlatıyor:

İlk hafta sineklerle oynadık çokça. Titus Andronicus’un ölümüne çok üzüldüğü “gudubet kara sinek”e bağlanan, araştırmaya değecek bir motif var gibiydi. Tarantino’vari bu oyunun geriye kalanında, Titus’un merhametsiz gaddarın teki oluşuyla dâhiyane bir biçimde zıtlık oluşturan sinek ve kurtçuklarıyla sineklerin çürüyüşten yeni bir yaşam oluşturmaları fikri…

Bunların da ötesinde, aslında hepimizin hâlâ Shakespeare’in edebi cesedinden beslendiğimiz, eme eme bitiremediğimiz fikri! Bu yapıma başladığımız andan itibaren, her biri bir diğerinden daha acil, sonu gelmeyen sorular silsilesi önümüze bir sürü zorluk çıkardı: Cidden komik bir gösteri nasıl yapılır? Bir ölümler listesi nasıl ilginç hale getirilir? Bu malzemenin (ölmek ve Shakespeare) hem üstesinden gelip hem de hakkını verirken, aynı zamanda seyirci nasıl aşkın bir komiklik yolculuğuna çıkarılır? Günümüzde, 2016’da bir sanat eseri yapmak ne anlama gelir? Bizim için yaratıcı süreç oldukça doğrudan başlar: birlikte bir yığın kostüm ve birkaç aksesuar ile bir odaya gireriz, her zaman yapmak istediğimiz ama yapma fırsatı bulamadığımız şeyler hakkında konuşur ve oynarız. Oyunlar ve sahneler oynarız, müzikle çalıp oynarız, izlediğimiz filmleri oynatırız ve (birlikte geçirdiğimiz 18 yılın ardından birbirimizi çok yakından tanığımız için) birbirimizin sinirleriyle oynarız. Oyunlarımızın bir parçası olarak, projenin ana temasına olan tepkimiz ortaya çıkar. Aynı şekilde, oyunlarımızda birbirimize ve bizi yönetmesi için davet ettiğimiz kişiye de tepkimiz. Böylece her bir gösterimiz, temelinde yaratıcı işbirliğinin oluşturduğu ısı, ışık ve gürültünün sonucu haline gelir. Nerede ahenk oluşturuyoruz, nerede uyumsuzluk var, nerede sürtünme var, eğlence nerede, derin ahmaklık nerede, her şey nerede çabasız bir güzelliğe dönüşüyor? Bütün ölümlerde izledikleriniz muazzam bir Spymonkey ve Tim Crouch doğaçlamasının sonucudur. Ol-Ol-Ol-mak ya da Ol-ol-ol-ma-mak-ma-mak.

İzleyiciyle, her türlü dil engelini aşan olağanüstü bir iletişim kurabilen Spymonkey, sonuçta, son derece eğlenceli, amiyane tabirle gerçekten fırlama bir güldürü çıkarmış. Müzikleri, kendilerine has dekorlarıyla kostümleri, video çekimleri, hiç kabalığa kaçmayan dozunda müstehcenlikleri ve bitmez tükenmez enerjileriyle dört dörtlük bir cümbüş.

Soytarılık mı? Tabiî ki öyle; zaten adamlar da kendilerini clown / soytarı olarak tarif ediyorlar. Şaklabanlık deyip geçmeyin, ağlatmanın kolay, güldürmenin çok zor olduğu tiyatroda izleyiciyi iki buçuk saat boyunca kahkahalarla güldürmek ‘büyük iş’.

Ben, her zaman, klasik metinlerin söyleminin bugünün insanı için anlamını, ustaya sadık kalmak adına metni kutsal ve dokunulmaz kabul etmek yerine, ruhuna sadık kalarak, metni kimi zaman değiştirerek, kimi zaman ters yüz ederek okumanın kimi zaman çok parlak ve çok etkileyici sonuçlara ulaşabileceğine inanmışımdır.

‘Beş Perdelik Manzum Maganda Faciası Titus Andronicus’un, ‘Soytarım Lear’in ve Kemal Aydoğan’ın ‘Hamlet’in bu bakış açısının en parlak ve başarılı örnekleri olduğunu düşünen biri olarak, çoğunlukla Shakespeare’in dokunulmazlığının üst düzeyde olduğu  kendi ülkesinden gelen bu aykırı yorumdan çok keyif aldım.


‘Zululuzu’

Tiyatro üzerine yapılan bir atölye çalışmasında tanışan insanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ve kendilerini (her ne demekse) armalı ve tarih sahibi bir sanatçı federasyonu olarak tarif eden Portekizli Teatro Praga (Salgın Tiyatrosu)’nun çekirdek kadrosu, hâlen dört kişiden oluşuyor.

Yeni birlikteliklerin arayışında bir kolektif, farklı yaratıcılık alanlarına yer açan performanslara açık kapı bırakan bir birlik olduklarını ifade eden topluluk Teatro Praga, ‘Zululuzu’ adlı yeni oyunlarının dünya prömiyerini 20.İstanbul Tiyatro Festivali’nde gerçekleştirdi.

Teatro Praga’ya göre, ‘Zululuzu’, Portekiz edebiyatının önde gelen isimlerinden Fernando Pessoa’nın (1888-1935), Güney Afrika’da özgürlük peşinde geçirdiği gençlik yıllarına doğru şiirsel bir yolculuk sunmakta imiş.

‘Zululuzu’, ismini oluşturan iki  sözcüğün seslerini ve anlamlarını da iç içe geçiren bir oyunmuş!. Zulu, Güney Afrika’nın en büyük etnik gurubunun adı, Latince bir son ek olan Luzu,  Portekiz kültürünü tanımlayan Luso’yu çağrıştıran bir kelime oyunu imiş ve Teatro Praga, bu iki kültürel klişenin işbirliğinden, tiyatro kurumunun bir klişesine, ‘black box’a saldırmak için yararlanıyormuş! Bu kadar çok miş ve muş’un sebebi, oyunu izlerken çok aramış olsam da, bu söylenenlerin hiçbirini bulamamış oluşumdan.

80 dakika boyunca, kendimi, hiçbir zaman birleşip bütünlüğe kavuşamayan bir yapbozun ve öykücüklerin kendi içlerinde kaybolduğu bir karmaşa ile kargaşanın içinde buldum. Ayrıca, her şeyiyle batılı tek siyah oyuncuda Zulu’yu, çok dilli oyuncularda Luzu’yu bulana da aşk olsun derim!


‘biriken’den etkileyici bir okuma tiyatrosu: ‘Kardeşlerimi Arıyorum’

Merkezde bomba yüklü bir arabanın patlamasıyla şehri korku sarmıştır. Bu korku bir kere yerleşti mi, uçaklar füzelere, sırt çantaları bombalara ve tüm sakallılar potansiyel düşmanlara dönüşür. Kent merkezine gelen Amor, paranoyanın hâkim olduğu tehdit edici bir ortamda ‘normal’ davranmaya çalışarak ilerlerken bir yandan da Shavi, Valeria, Ahlem ve Tyra’nın telefonlarına cevap verir. Amor bozuk bir matkap kafasını değiştirecek ve bu arada kardeşlerini arayacaktır. En önemlisi, normal davranarak üzerine kuşkulu bakışları çekmemektir. Peki, ama nedir ‘normal’ davranış? Potansiyel suçlu nasıl davranır? Ve bir tek günde Shavi kaç kez telefonda arayabilir?

Göçmenlerin ve yabancıların temsilini merkeze yerleştiren yazar Jonah Hassan Khemiri, başkalarına ve kendimize karşı önyargılarımızla ilgili eğlenceli ve öfkeli bir hesaplaşma olan ‘Kardeşlerimi Arıyorum’da izleyiciyi Amor’un, suçlu ile kurban, aşk ile kimya, düş ile gerçek arasındaki ayırımın giderek belirsizleştiği bilincinde heyecan verici bir yolculuğa çıkarıyor.

biriken”, dört oyuncunun on küsur karakteri canlandırdığı ‘Kardeşlerimi Arıyorum’u Rıza Kocaoğlu, Ahmet Rıfat ŞungarTuğçe Altuğ ve Yelda Baskın’ın yorumladığı bir Oyun Okuması olarak sahneledi. Yorumlama ifadesini burada bilinçli olarak kullandığımı, ellerinde metinleri, mikrofonlarının önünde taburelere oturan dört oyuncunun, ilk repliklerden itibaren izleyiciye ‘okuma’ kavramını unutturduklarını, karakterlerini ‘oynayarak’, bir öykü anlatıcılığı gösterisi yaptıklarını belirtmek isterim. Okuma sonrasında, Amor /  Rıza Kocaoğlu ve Shavi ile bütün diğer erkekleri canlandıran Ahmet Rıfat Şungar, provalarda metni sadece iki kez okumuş olduklarını söylediklerinde gerçek profesyonel oyunculuğun ne olduğunu bir kez daha gördüm.

Okan Urun’un da belirttiği gibi, ‘Kardeşlerimi Arıyorum’,  yeni bir genç tiyatrocu gurubu için, 2012’de ‘Yellow Moon’da Pınar Töre’nin yapmış olduğu gibi, dört anlatıcı-oyuncunun yorumlayacağı çok iyi bir çıkış oyunu olabilir.

Swedish Arts Council ve SALT Galata’nın işbirliğiyle, Salt Galata Oditoryumunda gerçekleştirilen bu çok hoş olayı, daha da hoş bir haber tamamladı.

Sekiz yıl önce ‘Üç Maymun’un galasında tanıştığım Ahmet Rıfat Şungar ile o zamanlar ‘sıfırnoktaiki’ olanikincikat’ın ‘Korku Tüneli’nde keşfettiğim Uzhan Çakır, bence kuşaklarının en iyi oyuncularından. Tanışıklık ötesi dost olarak da çok sevdiğim bu iki gencin, birkaç arkadaşlarıyla birlikte bir tiyatro topluluğu oluşturduklarını ve ilk çalışmalarını önümüzdeki sezona yetiştireceklerini öğrendim. Yolları açık, başarıları daim olsun.

Hepinize iyi seyirler.