‘Kötülüğün sıradanlığı’na direnen efsane aşk

Rubi ASA Sanat
17 Mayıs 2016 Salı

"Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olarak yaşamış olmaktan daha önemli olacaktır." Hannah Arendt




Dünya tarihi geçmişten günümüze birçok büyük aşka tanıklık etmiş, birçoğu üstüne destanlar, romanlar yazılmış, şiirler bestelenmiş, resimler betimlenmiş, şarkılar dile getirilmiştir... Hannah Arendt’in aşkı da bu sıra dışı aşklardan biridir. İçinde, şiddeti, öfkeyi, tutkuyu, varlık sorunsalını ve sevdayı yaşayan sıra dışı aşklardan biri…

Hannah Arendt, 1906 yılının 14 Ekim'inde Hannover’de bir Yahudi mühendisin tek kızı olarak dünyaya gelir... Berlin'de büyür. 18 yaşında Marburg’da Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başlar. Onun bu alanda ilk hocasıdır.

Heidegger ile yaşantısındaki birçok karşıtlığa rağmen düşünsel ve tutkusal bir aşka tutulur... Bu aşka tutuluş onun düşünce dünyasını, dünya görüşlerini ve düşünce özgürlüğünü alabildiğince genişletecektir.  

Bu tuhaf aşk, 20. yüzyılın ünlü filozoflarından olan, Nazi sempatizanı ve teorisyeni Martin Heidegger ile, Naziler koluna ‘sarı yıldızı’ taktıktan sonra "Ailemle yaşadığım süre içerisinde Yahudi olduğumu bile bilmiyordum, şimdi öğrendim" diyerek özgürlüğü için Almanya’dan kaçmak zorunda kalan, özgürlük arayışının tutkulu düşünürü, siyaset yazarı, eğitmen Hannah Arendt  arasında yaşanmıştır.

Marburg ve Freiburg’da üniversite eğitimini tamamlayıp Heidelberg’e gider Arendt. Karl Jaspers’in yanında doktorasını tamamladığında henüz 22 yaşındadır.

1924-1929 yılları arasında Heidelberg’de dönemin ünlü düşünürleri ile tanışır, eğitim alır, etkiler, etkilenir, aşık olur, aşık ettirir. Savaş öncesi kıta Avrupası kaotik ortamının da bir yerde entelektüel öznelerinden biri olur.

Hannah Arendt, gerek duruşu gerek fikirleriyle, gerekse Heidegger’le yaşadığı aşk ile çokça dikkati çekip, eleştirilip dışlandıysa da, özgürlük ve özgür düşünce için mücadeleyi hiçbir zaman bırakmamış, düşün tarihine birçok eser kazandırmış, ‘izm’lerden birinin temsilcisi olmayı asla kabullenmemiştir.

Arendt’in 1906 yılında Almanya’da başlayıp özellikle gençlik yıllarında çalkantılarla süren hayatı 1975 yılında New York´ta son bulmuştur.

Hannah ve Martin’in Marburg Üniversitesinde genç öğrenci ve kariyerinde yeni yükselişe geçen hocası ile aralarındaki yasak aşk olarak başlayan ilişkileri her ikisinin idealleri için mücadelelerinin de bir parçası olur. Fakat zaman geçip de ideallerine yaklaşmayı amaçladıkları yöntemlerin farklılıkları onları aşklarının öznesinde tutup, rakip saflara atar durur.

Aslında aralarında sıra dışı yaşanan, temelindeki ‘bilgeliğe duyulan sevgi’den hiçbir zaman vazgeçmedikleri büyük bir aşk hikâyesidir.

Martin’le Hannah’nın aşkı imkânsızlıkları, savaşı, ayrılıkları görmüş olsa da hiç tükenmedi. Savaş yıllarında ve sonrasında, zaman geçip farklı ülkelerde yaşıyor olsalar da, beraberlikleri hep sürdü.

Oysa artık savaş son bulmuş, yıkımların üzerine yeni bir Avrupa inşa edilmek istenmektedir.

Artık ölene kadar görüşecekler, aşklarını düşünce dünyalarına yansıtacaklardı ki Hannah, Amerika’da  kariyerinde de yükselişe geçmiş, 1959 yılında Princeton Üniversitesinde ilk kadrolu kadın filozof olmuştu.

Heidegger ise 1952 yılında üniversiteye geri dönmüş olsa da siyasi geçmişi her seferinde yargılanmasına neden oluyordu.

1961 yılına gelindiğinde Hannah  2.Dünya Savaşı’nda Yahudilerin katledilmesinde en önemli Nazi yetkilisi olan Adolf Eichmann´ın Kudüs´te yargılanmasını izlemiş ve The New Yorker Dergisi’nde, daha sonra ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ olarak kitaba dönüştüreceği yazıyı yazmıştı.

Bu yazısıyla özellikle Yahudilerin tepkisini çekmişti. Hannah yazısında, kötülüğün kökten mi olduğunu yoksa sıradan insanların emirlere uyması sonucu düşünmeden mi gerçekleştiğini sorguladığı bir dizi fikir ortaya atmıştı.

1963 yılında yayınladığı kitabında Eichmann ile ilgili görüşlerini  şöyle ifade etmişti: "Eichmann 'kötü'nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığının bilincinde olmayan ve kasıtlı emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, ‘kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlış olacaktır."

Bu radikal anlatı, neredeyse tüm dünyada o güne değin yaşanmış olan en büyük felaketin hafifletici gerekçeleri gibi görünmüş ve tepki toplamıştı.

Hannah Arendt, gerek siyasi gerekse duygusal birikime sahip olup kendine özgü düşünce çizgisi içinde, şiddet, iktidar, devrim, totalitarizm, eşitlik - eşitsizlik, özgürlük, siyaset, felsefe, insan, eylem, düşünce, hakikat, ahlak, retorik, ideoloji, kültür, demokrasi, milliyetçilik, ırkçılık, devlet, parti, rejim, insan hakları, antisemitizm, emperyalizm, sanat, kamusal alan üzerinde çalışmalar yaptı.

Arendt yapıtlarında özellikle şiddet ve şiddetin kaynağı üzerinde durur. Şiddeti, sayılara ya da görüşlere değil, kullanılan araçlara dayandırır. Ona göre şiddet her zaman araçlara muhtaçtır ve içerisinde her zaman bir keyfilik unsuru taşımaktadır. Ve devlet de, en güçlü şiddet araçlarını elinde bulunduran merkezi bir otoritedir.

Arendt, kimi zaman şiddetin gereksiz olmadığını ve onu bir insanlık durumu zaafı ama hayatta kalabilme mücadelesi olarak da gördüğünü açıklar:

“Kimse meşru müdafaa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgulamaz. Çünkü şiddet daima alenen ortadadır, her zaman mevcuttur ve aracı haklı kılan amaç, hemen orada durmaktadır.”

Ve ekler: “Bir Yahudi, sadece Yahudi olarak şiddet görüyorsa kendini savunmalıdır.”

Son yıllarda sinema filmi olarak ele alınan bu olağandışı aşk, Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı ‘Hannah Arendt’ filmi sinemasal olarak görmeye yetenekli gözlere pek bir şey sunmasa da Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren ve “ölüm ve yaşam kararının insanın kendine ait ve bağlı olduğunu” düşünen bir kadını; bir de sinemada görmek açısından izlemek gerekir.