Ekmeğimiz

Sami AJİ Köşe Yazısı
24 Şubat 2016 Çarşamba

Özellikle son aylarda, tüm medya organlarında ekmekle ilgili çeşitli haberler, beyanatlar, yorumlar ve söyleşiler yayınlanıyor.

Tüm gördüklerimiz, okuduklarımız ve duyduklarımızın bazı yanlış anlamlara yol açabileceğini düşünerek bu yazıyı kaleme aldım.

Ekmeğin faydalarından, zararlarından, beyaz ekmekle, kepekli, çavdarlı, tam tahıllı, tuzsuz vs. gibi diğer tip ekmekler arasındaki farklardan uzun uzun bahsediliyor. Hemen ardından nostaljik söylemlere yer veriliyor: “Annemizin ekmeği”, “Ninemizin ekmeği” veya “Nerede o eski mahalle fırınlarında odun ateşi ile kızdırılan fırınlarda pişen ekmekler…”

(Burada hemen bir parantez açayım. Annemizin veya ninemizin zamanındaki fırınlara, bugünkü sağlık kuralları uygulanmaya kalkışılsaydı hepsinin sadece kapatılması değil, yıkılması gerekirdi. Tam anlamıyla pislik ve bakteri yuvaları idi.)

O noktadan da kaçınılmaz olarak buğday ve tohumları gündeme getiriliyor. ‘Modern buğday’ ve ‘GDO’lu buğday’ terimleri üzerinde ilginç görüşler ileri sürülüyor.

Dilerseniz önce ‘modern buğdayı’ irdeleyelim. İşe ‘modern’ kelimesinden başlayalım. Modernin Türkçe karşılığı ‘çağdaş’ kelimesidir. Diğer bir deyimle, bugün kullanılan tohumlar çağımız insanlarının tüm ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde, bilim ve teknolojinin tüm imkânları kullanılarak üreticiye satılmaktadır.

Çağdaş tohumun, ilmi veya ticarî olarak kullanılan adı ‘hibrid’ veya ‘melez’ tohumdur. Çok basit bir anlatımla, iki ayrı yörede yetişen ancak farklı özelliklere sahip, buğday tohumlarının erkek ve dişisini evlendirdikten sonra ortaya çıkan yeni nesil tohumdur. Onun ana ve babasından daha güçlü ve daha verimli bir hale geldiği 19. asırdan beri bilinen bir husustur.

Bu tohumlar çiftçiye teslim edildikten sonra da gerek özel gerekse resmî tarım teknisyenleri tarafından tüm gelişme safhaları yakında takip edilmekte ve icabında alınacak tedbirler hususunda üreticiler uyarılmakta ve gerekli destekler verilmektedir.

Ülkemizden örnek vermek gerekirse, tohum ıslah çalışmaları 1925 yılında başlamış her geçen yıl daha kaliteli daha verimli ve hastalıklara dayanıklı buğday melezleri yetiştirilmeye gayret edilmiştir. Yeni türler yaratılarak her yöremizin genel iklim şartlarına uyum gösterecek cinsler üreticilere dağıtılmıştır. Tüm bu çalışmalar büyük çoğunluğu gölgede kalmayı tercih eden, akademisyenler ve çiftçi kuruluşlarımızın gayretleri ile yürütülmüştür.

Bu tohumlardan elde edilen ürün, üründen çıkan un ve bu undan yapılan ekmeklerin, hijyen, besi değeri ihtiva ettiği tabii mineraller bakımından zenginliği, ‘ninemizin’ ekmeği ile kıyaslanması dahi mümkün değildir. (Ancak odun kokusunu herhalde özleyeceğiz…)

Ekmekten bahsederken ileri sürülen bir suçlama da, buğdayların GDO’lu olduğudur. Bu ithamın niçin ortaya atıldığını anlamakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim.

GDO  (genetiği değiştirilmiş organizma)  en basit şekilde ‘farklı türler’ arasında genlerin aktarılması teknolojisi kullanılarak yaratılmış bir tohumdur.* Günümüzde dünyanın hiçbir köşesinde GDO’LU bir buğday ne ticarete ne de tarıma konu teşkil etmez. Diğer bir deyimle dünyanın hiçbir yerinde böyle bir tohum çiftçilere ticari maksatla dağıtılmamıştır.

Bu cümleyi üstüne basa basa tekrar ediyorum. GDO’lu buğday bugüne kadar dünyanın hiçbir un değirmenine girmiş değildir. Aynı şekilde, GDO’lu çavdar, arpa ve yulaf da yeryüzünde henüz yoktur. Dolayısıyla rahatlayın ve kendinizi strese sokmayın.

Ancak, arkasından hemen şunu da ilave etmem gerek: GDO’lu buğday çeşidi yaratmak için 20 yıldır çalışmalar sürdürülmektedir. Hatta ilk neticeler alınmış ve bazı cinslerin tescili için de müracaatlar yapılmıştır. Önümüzdeki birkaç yıl içinde piyasaya sürülmesi beklenebilir.

Peki? Niçin bekleniyor? Emin olun cevabı çok basit. ‘Önyargıların’, yani Einstein’ın dediği gibi dünyada parçalanması en zor maddenin, kırılması gerekmektedir. Özellikle 2004 yılından beri yürütülen ‘anti-GDO’ kampanyalar, sayesinde öyle bir algı yaratılmıştır ki, GDO’lu tohumlar çok uzun bir süre adeta bir zehir gibi tanıtılmıştır. (Hatta nükleer santrallerden dahi daha tehlikeli oldukları sık sık medyada dillendirilmiştir.)  

Ama yavaş da olsa, bu söylemler artık inandırıcılıklarını kaybetmektedirler. Başta AB ülkelerinin halk sağlığı ile görevli resmi makamları olmak üzere, hemen her devlet, GDO’lu ürünlerin üretimini ve tüketimini belli şartlar altında serbest bırakmakta ve GDO’lu gıdalar tüm dünyada market raflarında yerlerini almaktadırlar. (Tekrar ediyorum, şimdilik, un ve unlu mamuller hariçtir.)

Özetle, ekmeğinizi, (kepekli, çavdarlı, yulaflı, tam tahıllı veya beyaz olsun), pastanızı, böreğinizi, pizzanızı, hamburgerinizi yerken hiçbir endişeye kapılmadan, rahat rahat tüketin. Ama yine de kilonuza dikkat edin.

* Bu kısacık cümle 25 yıldan fazla süren yoğun araştırma ve geliştirme çalışmalarını ve harcanan milyarlarca doları özetlemektedir. Eğer vaktiniz var ise ve bu yazımı okumaktan sıkılmadıysanız, GDO’nun gelişim süreci hakkında 8 Mayıs 2013 tarihli ŞALOM gazetesinde yayınlanmış makaleme bir göz atmanızı öneririm.