Ama bir vakitler akademisyenlik iyiydi

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
27 Ocak 2016 Çarşamba

B   ir vakitler iyiydi şimdilerde pek değil anlamı çıkıyor bu başlıktan. Aynen öyle. Memleket malum, akademisyenlerin bildirisiyle çalkalanıp duruyor. Bildiriye imza atanlar, atmayanlar, atanlara karşı olanlar, atanlara karşı olmayarak onların yanında olanlar falanlar filanlar diye uzayıp giden bir liste var. İlk soruşturmaların başladığı ve haberin basına düştüğü andan beri telefonlarım susmadı. Ne yaptın? Sen de attın mı? Atmadım deyince, ‘ohh’ diye sevinenler; ‘aşkolsun atmadın mı?’ diye hayretler içinde kalanlar, bu liste de uzayıp gidiyor. Atmadım kardeşim, size ne? Atmak istemedi elim, cesaret sınavında mıyım? Bana uymadı, düşüncelerime, inançlarıma uymayacak ifadeler var. Eğer akademisyensem, müsaade edin benim de bir söz hakkım, ifade etmek ya da etmemek özgürlüğüm var. Sürekli direnişe davet edilmek, kabul etmediğindeyse korkaklıkla suçlanmak da ciddi bir sorun.

Amerikalı öğrencilerim bana profesör diyor. Buralarda o düzeye gelmek için epeyce yazıp çizmişlik gerekiyor. Henüz doktor olsam da Amerikalı öğrencilerimi pek seviyorum; sanki kırk kere söylerlerse olacakmış gibime geliyor. Şaka bir yana günümüzde üniversitede ders vermek, eser vermek kadar siyasi duruşun da önemli. Düşüncelerin, ifadelerin biraz da buradan temelleniyor, böyle tanıyor seni kamuoyu.  Nerede ders verdiğin; sosyal medyada açıkladığın düşüncelerin; paylaşımların, akademik kurullarda söylediklerin; bazen söylemediklerin, imzaladıkların, imzalamadıkların, yerini belirliyor. Kamusal alan sayılan üniversitelerde ya da diğer tüm eğitim kurumlarında hangi siyasi görüşten olduğun çok önemsenmiyor ‘muş’ gibi yapılsa da çok önemli. Ya da akademisyen dostlarınla yediğin zararsız görünen öğlen yemekleri önemli, herkes pek dikkatli! Ayrıca, aslında hangi üniversitede ders veriyorsan rengin de belli. Yerin de belli. Tavrın da belli, duruşun da belli.

Bir entelektüel için düşünmemek, görüşü sorulduğunda görüş bildirmemek; nefes almamak, su içmemek, içememek gibi bir şey. Ben kendimi, ülkemi ve dünyayı ilgilendiren tüm konularda gün boyunca saatlerce ilgili ilgisiz onlarca şey okuyorum. Bu benim için mesela nefes almak gibi bir şey, mesleğim, yaşama biçimim, başka türlü nasıl yaşanabilir bilemiyorum? Benim gibi ülkesiyle ilgili tüm akademisyenleri yoran pek çok konu var yaşantımızda. Yormakla kalmayıp, çözmeliyiz dedirten, üzen, düşündürten. Çünkü bizler Türkiye’nin her yerinden bize öğrenmek için gelen pırıl pırıl genç insanlarla karşı karşıyayız. Bizden alanlarımızla ilgili bilgiler, hayatla ilgili duruşlar sergilememizi istiyorlar, bekliyorlar.

Geçtiğimiz genel seçimde onlarca öğretim üyesi ve rektörün, başta iktidar partisi olmak üzere siyasal partilerde adaylık yarışına çıkmaları bile üniversitelerin ne denli siyasallaştığının en büyük göstergesi. Aslında imzalanan bildirinin görünürde barışa ve iyi niyete adandığı iddiası taşıdığı ifade edilse de bildiriyi imzalayanların bazılarının işlerine geldiği gibi davrandıklarını, desteklemek istediklerinin yanında saf tutmalarını, bir zamanlar ‘söylem’ üretmek konusunda pek de heveskâr olduklarını da atlamayalım lütfen. Bildirinin içeriğine çok da dikkat etmeden imzaladıklarını düşündüklerimi tenzih ediyorum. Osmanlı’da padişahların da hocaları olurdu ve onlar en üst düzeyde saygı görürlerdi. Ama şimdikiler gibi siyasete hevesli olamazlardı. Nerede onlarda o şans? Hele bir heveslerini belli etmeyegörsünler, boyunlarının vurulması an meselesi. Şimdilerde de siyasal parti liderlerinin de son derece ciddi saygı duydukları akademisyenler var. Ama sadece saygı duyuyorlar, maalesef ötesine geçen lider az. ‘Bulunsun, saygın gösteriyor’ kabilinden mesela her siyasi partinin bilim kurulları var. Oralarda mebzul miktarda akademisyen bulabilirsiniz; mevsimlik domates gibi diziliyorlar, ne işe yaradıklarını pek bilen yok, düşünceleriyle ve bulgularıyla da ilgilenen Allah’ın kulu çıkmaz.  Saygı duymanın ötesine geçilip, bilimin verilerine göre hareket edilebilseydi memleketin pek çok meselesi zaten çoktan çözülmüştü.

Sözün özü, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğünün uzunca bir tarihçesi var, öyle ki bugün hemen hemen her anayasada kendine yer buluyor, çünkü insan hakları metinlerinde yer verilen temel haklardan biri; kökenini Protestanlığın ortaya çıkışında buluyor. Modernitenin temelindeki Rönesans ve Reform hareketleri üç özgürlük hediye etti insanlığa: Düşünce, inanç ve ifade. Ancak o günden bugüne, tarihi çizgisel okumanın doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, bu özgürlüğün kullanımı her ülkede farklı yerde, kimi ilerliyor kimi geriliyor. Hemen hemen her anayasada yazıyor ama anayasalarda yazan değil, nasıl yorumlanıp uygulandığı ilgilendiriyor hayatlarımızı. Bizim buralarda arada ‘metinler imzalayanlar’ olursa, onlara bir çeki düzen vermek lazım tabii. Ne demiş atasözü: ‘’haddini bilen, miktarını aşmaz’.