Ruh mu önemli, yetenek mi?

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
27 Ocak 2016 Çarşamba

Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşunun üçüncü nesil grup başkanı olan Mustafa Koç, zamansız bir şekilde aramızdan ayrılınca, yönetimde bulunduğu süre içindeki başarıları defalarca rakamsal olarak karşımıza çıktı. Aynı zamanda sanatın korunmasına, eğitime ve eşit yaşama hakları üzerine yaptığı bağış ve aktiviteler basında ve sosyal medyada paylaşıldı.

Bu başarıları takdirle karşılayanlar olduğu gibi, başarılarının özel bir yeteneğe bağlı olmadığını, aile üyesi olduğu için başkan olduğunu, liyakat prensibi uygulansaydı bu mertebede olamayacağını iddia edenler de oldu. ‘Bu fırsatlar bize verilseydi biz de yapardık’ gibi bir bakış açısı olanlar var.

Bu bakış açısının kaynağına meritokrasi deniyor. Bu yönetim biçiminde terfi, kişilerin üstünlüğüne, yani liyakata dayanıyor. Kayırma yok. İlerleme ve yükselme bilgi, başarı, yetenek kıstaslarına göre yapılıyor. Ailenin değil, sizin kim olduğunuz önemli. Ayrımcılık yok. Geçmiş önemsizdir. Yetenek her şeydir.

Bu anlayış, bana kalırsa sakıncalı. Başarıyı tanımladığı gibi maalesef başarısızlığı da tanımlıyor. Yani herkes için bir kaçış olan mağdur edebiyatını ve şans faktörünü sıfırlıyor. Öyle ya, sadece yetenekli ve erdemli insanların zirvede olduğu bir dünyayı, aşağı katmanlarda takılan insanlar nasıl açıklayacak? Şimdiki düzende ‘o kayırıldı, onun ailesi üst sınıftandı, patronla samimiydi’ gibi mazeretler ve geçmişle ilintili üretilen töhmetler tamamen sıfırlanmak zorunda. Meritokrasi düzeninde hakkaniyet tamamen yetenekle ilgili ise, yeteneksizliğe de adalet gelmiş oluyor. Bu da bazı yeteneksizlerin bulundukları noktayı ‘hak ettiği’ utanç dolu bir dünya yaratıyor. En iyisi, biz biraz eski moda da olsa, başka erdemlerin de hala geçerli olduğu başarı kriterlerine sadık kalalım…

Aile şirketlerinin yönetiminde de başa geçen kişinin meritokrasi ile seçildiği sistemleri destekleyenler olabilir. Ancak bu tür sistemlerin de başarısızlığı mümkün. Örneğin ABD’de 2008 krizine sebep olan büyük kurumların başında kendi çıkarlarını gözeten profesyoneller vardı. Batan bu şirketlere parasını yatıran sokaktaki insanlar servetlerini kaybederken bu şirketleri yöneten CEO’lar hiç risk almadan para kazanıyorlardı.

Benim fikrim şu: Aile şirketinde, ailenin temsilcisi, mutlaka yer almalıdır. Çünkü aile şirketleri, bir rüyanın gerçekleşmesi için her türlü zorlukları aşarak büyümüş, ailenin özverisi ve iyi niyetiyle hayatta kalmış şirketlerdir. Bu şirketlerin değer yargıları son derece açık ve anlaşılırdır. Bu şirketlere adım atar atmaz şirketin ruhunu fark edersiniz. Sizi kapıda karşılayan görevliden patrona kadar bütün çalışanlara sinmiş bir farklılık ve aidiyet duygusu vardır onlarda.

Aileden bir temsilcinin görev başı eğitimi ile ilerde sahip olacağı pozisyona ‘layık’ hale gelmesi sağlanabilir. İyi yönetildiğinde aile şirketlerinin olağanüstü başarılar gösterdiği ortada. Başarılarını kuşaktan kuşağa sürdürebilmiş birçok aile şirketi var. Uzmanlık, ustalık ve bilgi birikimleriyle simge olmuş pek çok marka hala kurucu ailelerin çocukları ya da torunları tarafından yönetiliyor.

Kısacası, profesyonel yöneticilerle kurucu ailenin iç içe yaşayacağı ve bunların arasında doğru bir dengenin kurulacağı şirketler, sadece sahipleri için değil, çalışanlar için de bir cennet olabilir. Mustafa Koç gibi liderler yetenekle değil, aile değerleri ile profesyonelliği doğru sentezlediği için iyi anılacaktır…