Tatbikat Sahnesinde ‘Blink/An’

Bir insanı görünür kılan nedir, onu fark edilir yapan? İnsanın onca çalışması, çabası, yaratması, giyinmesi, hep fark edilmek üzerine değil mi? Peki ya bir gün başkaları tarafından görünmediğini anlarsan ne olur?

Erdoğan MİTRANİ Sanat
20 Ocak 2016 Çarşamba

Tatbikat Sahnesinin yeni oyunu, bir genç adamla bir genç kadının farklı ve tuhaf aşkının öyküsü olan ‘Blink / An’.

Jonah, babasının İngiltere’deki çiftliğinde tutucu bir tarikatta doğup büyümüştür. 15 yaşındayken ölen annesi, oğluna çiftlikten ayrılıp kendi hayatını kurmasını tavsiye ettiği bir mektupla biraz para bırakmıştır. Annesinin tavsiyesine uyarak Londra’ya gelen bu garip köylü çocuk, bir evin alt katındaki odayı kiralar. Odayı emlakçı aracılığıyla bulan Jonah, üst katında yaşayan Sophie’nin ev sahibesi olduğunu bilmemektedir. Kimsenin görmediği, varlığından haberi olmadığı Sophie, hayattaki tek arkadaşı olan babasının ölümünden sonra artık birisinin onu görmesi gerektiğini düşündüğünden Jonah’a evindeki bebek izleme cihazını gönderir. Böylece, çocukluklarında geçirmiş oldukları travmaların etkisiyle iletişimsiz, asosyal, sıradan, yalnız, kimselerin fark etmediği, içine giremedikleri dünya için görünmez olan bu iki genç insanın arasında, sıra dışı bir seyretme, seyrettirme oyunu başlar. Oyunun iki karakteri, birbirlerini tanımadan, sıkıcı yaşamlarının tek tutkusu olarak başlayan ve gelişen ilişkiyi, doğrudan izleyicilere anlatırlar…

İzlemenin tadını kaçırmamak için konu hakkında fazla detaya girmeksizin sahnelemeye bakalım.

Ankara ve Diyarbakır Devlet Tiyatrolarındaki 17 yıllık geçmişini pek bilmeyen İstanbul seyircisi için Erdal Beşikçioğlu, sinemadan, çok sayıda TV dizisinden ve tabii ki ‘Behzat Ç’den tanıdığı bir oyuncu. Sahne hâkimiyetini, karizmasını, üst düzey tiyatro oyunculuğunu, kurmuş olduğu Tatbikat Sahnesini İstanbul’a getirdikten sonra keşfettiğimiz Beşikçioğlu, bu kez karşımıza yönetmen olarak çıkıyor. Yönetmenlikte de iddialı olduğunu Tatbikat Sahnesi yapımı ‘Mezarsız Ölüler’ ve ‘Woyzeck Müzikali’ ile aldığı çok olumlu eleştirilerle kanıtlamış olan Beşikçioğlu, İngiliz yazar Phil Porter’ın ilişkilere zekice bakan özgün metnini akıcı ve hareketli bir dille sahnelemiş. Metnin evrensel masajını öne çıkarmak için, herhangi bir yerde yaşayan, herhangi iki günümüz insanı olarak gördüğü karakterlerinin ve olayların yaşandığı yerin isimlerini vermemeyi yeğleyerek evrenselliği daha da öne çıkarmış. Bora Tekay’ın videoları ve Binnaz Dorkip’in koreografisinin desteğiyle hareketi, ışığı ve karanlığı dengeleyen, anlatı tiyatrosuna göz kırpan parlak bir çalışma olmuş.

Ama oyunun en büyük başarısı, Sezin Akbaşoğulları ve Ahmet Rıfat Şungar’ı bir araya getirmiş olması. Oyunun iki esas kişisinin yanında iki yan karakteri de canlandıran Akbaşoğulları ile Şungar kimyaları uyuşan, müthiş bir ikili oluşturuyorlar.

Metin olsun, müthiş bir dinamizmle yönetilişi olsun çok başarılı ama kendimi tekrarlamak pahasına Blink’in asıl büyük keyfinin, ünlerini sinemada ve televizyonda yapmış olan Rıfat ile Sezin’i sahnede izlemek olduğunu söylemeliyim. Umarım tiyatrodan hiç kopmazlar.

İstanbul ve Ankara’da dönüşümlü oynadıklarından Tatbikat Sahnesinin programı biraz karışık. Blink, 29 ve 30 Ocak tarihlerinde İstanbul’da, mutlaka izleyin derim.

 

Moda Sahnesinde ‘Seviyoruz ve Hiçbir Şey Bilmiyoruz’

‘Wir Lieben Und Wissen Nichts / Seviyoruz ve Hiçbir Şey Bilmiyoruz’, ilk kez 2012’de sahnelenmiş bir çalışma. Çok sayıda edebiyat ödülü sahibi yazarı Moritz Rinke 1967 yılında Almanya’da doğmuş. Seviyoruz ve Hiçbir Şey Bilmiyoruz, 2012’de Frankfurt’taki prömiyerinin ardından elliden fazla ulusal ve uluslararası sahnede oynanmış. Mayıs- Ağustos 2013 arasında Tarabya Kültür Akademisinin bursyeri olarak İstanbul’da bulunmuş olan Rinke, İKSV Salon’da bir oyun yazarlığı atölyesi de yönetmiş.

Oyun, iki çiftin bir apartman dairesinde, işle ilgili bir ev değişimi için bir araya gelmeleriyle başlıyor. Çiftlerin hayat tarzları, dünya görüşleri, ilişki kavramları birbirinden çok farklıdır. Stresli bankacılara doğru solunum alma kursları veren kariyer kadını Hannah, arzuladığı çocuk için doğurganlık uygulaması planlamaktadır. Başarısız yazar sevgilisi, her şeyden şikâyetçi Sebastian, isteksiz bir şekilde onunla şehirden şehre sürüklenmektedir. İkinci çiftte roller tersine dönmüştür. Roman, telekomünikasyon uyduları işindedir, ev kadını karısı Magdalena tüm yaşamını baskıcı kocasına göre düzenlemektedir. Günümüz toplumunun bu dört temsilcisinin karşılaşması, onları niye hâlâ birbirleriyle yaşadıkları sorusuna kadar götürecek traji-komik boyutlara ulaşacaktır.

Kemal Aydoğan eğlenerek izlenen, çarpıcı diyaloglarıyla günümüzün acımasız dünyasına da ayna tutan oyunu, güldürünün ardındaki gerçeklerin altını çizerek keyifle yönetiyor. Bengi Günay’ın yalın dekorunun ve İrfan Varlı’nın ışık tasarımının desteği büyük ama oyunun asıl kozu dört dörtlük oyuncu kadrosu. Sermet Yeşil Sebastian’la, bir güldürü ustası olabildiğini gösteriyor. İnan Ulaş Torun, teknoloji manyağı Roman’ı eğlenerek, eğlendirerek yorumluyor. İlk kez izlediğim Berfu Öngören ve Özlem Taş birbirinin antitezi olan Hannah ve Magdalena’da çok iyiler.

İki saatin nasıl geçtiğini fark edemediğiniz, keyifli ve zeki bir güldürü. 10, 11,12 Şubat’ta Moda Sahnesinde.

 

Oyun Atölyesinde ‘Köprüden Görünüş’

20.yüzyılın en önemli dram yazarlarından Arthur Miller’ın (1915-2005), kahramanlarının haşin bir toplum içerisinde vicdanlarıyla, suç ve sorumluluklarıyla uzlaşmaya çalıştıkları oyunları, aile hikâyeleri anlatan bireysel dramalar gibi görünseler de, çağlarının toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarını eleştiren metinlerdir. 1950’li yıllarda, İtalyan kökenli Amerikalıların çoğunlukta olduğu Red Hook’da geçen ‘A View From the Bridge / Köprüden Görünüş’, Brooklyn Köprüsünün tam altındaki mahallede yaşanan trajediyi öykülerken, tek ekmek kapısı rıhtımda çalışmak olan göçmenler için, zor bulunmuş işlerinden her an kovulabilme korkusunun, ‘Amerikan Rüyası’nı ‘Amerikan Karabasanı’na dönüştürmesini de irdeler.

Miller, Köprüden Görünüş’ü 1955’te, duyduğu gerçek bir olaydan, bir liman işçisinin, Amerika’ya kaçak olarak giren akrabasını yeğeniyle nişanlandığında göçmen bürosuna ihbar etmesinden yola çıkarak tek perdelik bir oyun olarak yazmış, iki perde versiyonunu 1956’da Londra’da, oyunu yöneten Peter Brook’la birlikte geliştirmişti.

Liman işçisi Eddie Carbone, karısı Beatrice ve çocukluğundan beri üzerine titrediği, babadan çok babalık ettiği karısının yeğeni Catherine’le yaşamaktadır. Beatrice’nin kuzenleri Marco ve Rodolpho, savaş sonrası işsizliğin açlık sınırını aştığı İtalya’dan kaçak olarak gelerek Eddie’nin evine sığınırlar. Marco’nun amacı biraz para kazanıp ailesine dönmek; yakışıklı, bekâr Rodolpho’nun niyetiyse, fırsatlar ülkesine demir atmaktır. Catherine ile Rodolpho arasında başlayan çekim aşka dönüştükçe Eddie, baştan beri hazzetmediği yemek pişirmesini ve dikiş dikmesini bilen, sarışın genç adama düşmanca davranacak, Güneyli İtalyan tutuculuğu gibi görünen baskının altında, kendisine bile itiraf edemediği takıntılı tutkusu su yüzüne çıkacaktır…

Miller, köprünün üstünden geçenlerin altlarında yaşanmakta olan dramların farkında olmadığını söyler. Köprünün üstünden geçenler aşağıdakilerden ne kadar habersizse, işsizliğin doğal kabul edildiği, onurun tokluktan değerli olduğu, farklının aşağılandığı, her şeyin farkında olan annelerin, baba-kız arasındaki aşırı bağımlılığa yanlış algıladıklarını düşünerek göz yumdukları bir mikro-İtalya olan 1950’lerin Red Hook’unda yaşayanlar da köprünün ötesindeki Amerika’dan habersizdirler.

Öyküyü çağcıl bir tragedya olarak gören Arthur Miller’ın bakış açısıyla bizim Akdenizli görüşümüz tabiî ki farklıdır. Miller’e, tragedyayı çağrıştıranlar, her gün daha da beterine şahit olan bizler için maalesef fazla bildik, fazla yaşanmış gelmekte.

Köprüden Görünüş’ü Oyun Atölyesinde sahneye koyan Hira Tekindor, bu tanıdık trajik boyutu ikinci plana çekerek, net, sade ve gerçekçi bir yorumla insanî tarafına odaklanmayı seçmiş ki, kanımca en doğrusunu yakalamış. Hira’nın başarısı, metinle hiç oynamadan, hiçbir süslemeye yeltenmeden, yalın bir sahnelemeyle, yaşlanmaya yatkın, başka birinin elinde orta yaşını iyice gösterebilecek oyuna taze bir nefes üflemiş olmasında.

Miller’ın, 60 yıl öncesine göre çok modern bir yaklaşımla, öyküyü anlatma ve seyirciyle bire bir konuşarak yorumlama görevini, izleyeceklerinin ipuçlarını daha oyun başlarken veren avukat karakterine yüklemiş olan çağcıl ve sağlam metninin gücüne güvenen Hira, dekorla aksesuarları minimale indirgeyen bir sahneleme yeğlemiş. Ödüllü oyunculuğunun yanında ünlü bir ressam olan Zerrin Tekindor’un sadece iki banktan oluşan dekoruyla kostümleri yönetmenin yaklaşımına tam oturmuş. Fonda, yarı soyut yarı gerçekçi bir tablo gibi, tüm zamanların göçlerini çağrıştıran pano çok etkileyici.

Yönetmen oyuncularından, teatrallik tuzağına düşmeyen, gerçekçi ve doğal bir performans almayı başarmış. Eddie’de, tiyatro öğrenimi görmesine karşın, ilk kez sahnede izlediğimiz Bülent İnal, her şeyin farkında olsa da susmayı yeğleyen Beatrice’de Aslı Yılmaz, avukat Alfieri’de deneyimli oyuncu Kubilay Karslıoğlu, ailenin Amerikalılaşma yoluna girmiş tek bireyi Catherine’de Nazlı Bulum çok iyiler. Cüsseli İnal’ın yanında fizik olarak biraz zayıf da kalsa, Ercüment Acar’ın Marco yorumu da etkileyici. Rodolpho’yu canlandıran Aykut Akdere’yi 2013’de, Overspill’in prömiyerinde izledikten sonra, ilk kez o gece profesyonel olarak sahneye çıkan bu gencecik oyuncu için “oyunun büyük sürprizi; özellikle kendi karakteri dışındakilere de gömlek değiştirir gibi başarı ile anında girip çıkabilen üst düzey bir oyunculuk sergiliyor” demiştim. Rodolpho’ya getirdiği sımsıcak ve inandırıcı yorum, kuşağının önemli oyuncularından olma yolunda sağlam adımlarla ilerlediğini gösteriyor.

Köprüden Görünüş, Miller’ın oyununa getirdiği çağcıl ve taptaze yorumla, Hira Tekindor’un, artık başarılı genç kuşak yönetmenlerimiz arasında yerini aldığının da göstergesi. Mevsimin izlenmesi gerekenlerinden.21, 22, 23, 24 Ocak’ta Oyun Atölyesi’nde.