Ve insanı sevmekle başlayacak her şey

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
13 Ocak 2016 Çarşamba

Livaneli’nin kendi hayatını ele aldığı kitabını okuyorum: Sevdalım Hayat. Kitaptaki bir tespitini beğendim: Sosyalist ideolojinin gerçekte nasıl vücut bulacağının, ülkeden ülkeye çok farklılık gösterebilecek bir kavram olduğunu yazmış. Bu konuyu açmamın sebebi, 21. yüzyılda pek çok ülkenin tekrar sosyalizmi deneyeceğine dair inancımdan.

Gerçekten de hem coğrafya, hem insanlarının yetiştiriliş tarzı hem de şiddete olan meyli, sosyalizmin hayata geçmesinde çeşitliliğe neden oluyor. Aslında hiçbir ideoloji, geldiği toprakların asıl ruhunu söküp atamıyor. Örneğin ülkenin hamurunda ilkellik ve şiddet varsa, (Rusya’da olan Stalinist sosyalizm gibi) yumuşaklık ve duyarlılık yerini, şiddetin temsil edildiği bir yönetime bırakıyor. Buna göre Kamboçya, Libya ve Fransa’daki sosyalizmlerin de ülke kültürüne göre bambaşka gelişmeleri de çok doğaldı.

Türkiye’de de 12 Mart öncesi dönemde, dünyayı daha güzel ve yaşanır hale getirecek gücü taşıyan pek çok genç olduğu halde sosyalist düşünce, kendinden başka her şeyden nefret eden, kendi yoldaşlarını bile tam sevmeyen kitlelere mal oldu. Burada da bizde olduğunu daha önce de dile getirdiğim ‘gözü kapalı taraf tutma’ özelliğimiz devreye girdi. Kendisine benzemeyen her düşünce burjuva saptırması kabul edildi. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi erdemler saklanması gereken kusurlara dönüştü. ‘Küçük burjuva’ diye bir aşağılama söylemi gelişti. Kişiliğindeki kusurları yenememiş adam anlamına geliyormuş. İnsanların satrançtaki taşlara benzetildiği bir metafor var: Gerçek hayatta insanlar satranç taşları gibi önemli/ önemsiz diye değerlendirilemez. Bazı taşlar diğerlerinin iyiliği için feda edilemez. Hayata satranç gibi bakan ideolojiler kaybetmeye yatkındırlar…  Türkiye’deki sosyalizm macerası da tarafların hoşgörü eksikliği nedeni ile kendince bir tarz geliştirdi ve söndü… Ülkenin doğası gereği, yeni atılımlar da hep çözümsüzlük üzerine oldu.

Geçenlerde yazdığım bir yazıda 21. yüzyılın yükselen trendinin sosyalizm olacağını savunanlardan bahsettim. Öyle ya, kapitalizmin getirdiği yoksulluk, açlık, sömürü, ırkçılık gibi konuları çözmek için sosyalizm bir seçenekti.

Ancak 20. yüzyılda uygulanan sosyalizmlerin çoğunun başarısızlıkla sonuçlanması (ülke karakterleri farklı olsa da) 21. yüzyıl sosyalizminin sadece katılımcı demokrasi ile var olabileceğini öngörmekte. Yani artık yeni yüzyılda tek Komünist Parti yerine seçimle başa gelen liderler söz konusu.

21. yüzyıl sosyalizmi, demokratik sosyalizm olacak. Buna örnek olarak Hugo Chávez, Evo Morales ve Rafael Correa gösterilebilir.

Ancak bu noktada yine baştaki savıma geri dönüyorum. Sosyalizm, uygulamaya geçtiği toprakların asıl ruhuna bürünüyor. Latin Amerika’da pek çok ‘ilerici’ liderin, iktidara geldikten hemen sonra vaatlerinden vazgeçip sağa kaydıklarına ve arkalarındaki kitle desteğini kaybettiklerine tanık oluyoruz. Zira Latin Amerika ülkeleri de milliyetçi, popülist karakterlerini bırakamıyorlar ve en büyük engelleri olan yolsuzluktan vaz geçemiyorlar.

Kısacası, sosyalizm insanı severek,  kimseyi kimseye feda etmeden, demokratik bir çözüm olabilecekse, neden olmasın…