Barış ordusunda bir asker

Umut UZER Köşe Yazısı
30 Aralık 2015 Çarşamba

Yitzhak Rabin, 1974-1977 ve 1992-1995 yılları arasında başbakanlık görevlerinin yanında, İsrail yakın tarihinin en önemli olayları ve barış süreci esnasında da önemli görevlerde bulunmuştur. Genç yaşta İsrail ordusuna katılmış ve 27 yıl boyunca orduda görev yapmıştır. Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlendiği 1967 savaşında, İsrail ordusu komşu Arap ülkelerini mağlup etmiş, Doğu Kudüs, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan Tepelerini ele geçirmiştir. Bu Rabin’in kariyeri boyunca kazandığı en büyük başarılardan biridir. Her ne kadar bu savaş esnasında sinir krizi geçirdiği iddia edilse de, son tahlilde kendisini kısa sürede toplamış ve ülkede gittiği her yerde bir yıldız gibi karşılanmış, Kudüs İbrani Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktora unvanı verilmiştir. Aslında utangaç bir kişiliğe sahip olan Rabin için ise bu kadar ilgi rahatsız edici olmuştur. 

Kudüs’te 1922 yılında doğan Yitzhak Rabin, İsrail’in kurucu nesline ait sosyalist bir ailede büyümüştür. ‘Kızıl Rosa’ olarak tanınan annesi çeşitli siyasi faaliyetleriyle tanınıyordu. Önce tarım eğitimi alan Rabin, daha sonra İsrail ordusuna katılacaktı.

İsrail’in 1948 savaşında Lydda (Lod) ve Ramle şehirlerindeki Arapların zorunlu tahliyesinde ve sağ Siyonist silahlı örgüt İrgun’a silah getiren Altalena gemisinin batırılmasında genç bir subay olarak görev almıştı. Belki de sağcı kesim ile sorunlarının başlangıcını bu dönemde aramak gerekir. 

Birinci İntifada (1987-1992) esnasında savunma bakanı olarak görev yapan Rabin’in, asker ve polise “Bu protestolara katılan Filistinlilerin kemiklerini kırın” emrini verdiği bilinmektedir. Ancak çok geçmeden, bu sivil itaatsizlik ve protestoların sonucu olarak karşı karşıya kaldıkları durumun Filistin Ulusal Hareketi olduğunun idrakine varmıştır. Bir hapishane ziyaretinde Filistinli bir mahkûmun sarf ettiği “Hepimizi hapse atsanız da devletimizi kuracağız” sözleri zihninde yer etmiştir. Genel olarak Birinci İntifada’nın sonuçlarını doğru değerlendiren Rabin, kısa süre sonra Filistin ayaklanmasını güç kullanarak yönetemeyeceğini anlamıştır.

1990’ların başında özellikle de 1992 yılında ikinci kez İşçi Partisinin lideri olarak iktidara geldiğinde Rabin, işgal altındaki topraklardaki yerleşimlerdeki inşaatları bir süre için durdurmuş ve İsraillilere “Bütün dünya bize karşı değil” demiştir. Oysa tüm dünyanın İsrail’e karşı olduğu iddiası, o zamana kadar İsrail’de ortak bir kanıydı. Rabin aslında böyle yaparak, işgal altındaki toprakların çoğunu tahliye etmeye hazır bir pozisyon almıştı çünkü Gazze ve Batı Şeria’yı yöneten İsrail’in ya Yahudi devleti olarak kalamayacağını veya demokratik bir devlet olarak devam edemeyeceğini düşünüyordu. Bunun temel sebebinin de Batı Şeria, Gazze ve Golan’da yaşayan Filistin nüfusu dikkate alındığında bu bölgelerin ilhak edilmesi durumunda artık nüfus dengesi aşarı yukarı yarı yarıya Arap ve Yahudi olacaktı. Orta dönemde ise Arap nüfusu Yahudi nüfusunu geçecek ve artık İsrail demografik olarak Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir devlet olmaktan çıkacaktı. Öbür alternatif ise bu toprakların İsrail tarafından yönetilmeye devam edilmesiydi ki, bu durumda milyonlarca Filistinlinin vatandaşlık verilmeden yönetilmesi sebebiyle artık İsrail’e demokratik bir devlet tanımı uygun düşmeyecekti.

İşte bu ikilemin sonucu olarak, Rabin, 1993 yılında Washington’da Beyaz Saray’da FKÖ ile İlkeler Deklarasyonunu imzaladı ve FKÖ ile İsrail birbirlerini karşılıklı olarak tanıdı. Bu törende Rabin yaptığı konuşmada “Kan ve gözyaşına artık yeter” dedi. FKÖ lideri Yaser Arafat’ın uzattığı elini, ABD Başkanı Bill Clinton’ın hafifçe dürtmesiyle, isteksizce de olsa sıktı. Hemen sonra da Dışişleri Bakanı Şimon Peres’e dönerek, Arafat’ın elini sıkması için “Senin sıran” dedi.

Bu süreç sonucu Filistin Ulusal Yönetimi (es-sulta el-vataniyya el-Filastaniyya) öncelikle Gazze ve Eriha’da (Jericho) kuruldu. Daha sonra da diğer Filistin şehirlerine yetkisi genişletildi. Barış sürecindeki çabaları sebebiyle de 1994 yılında Şimon Peres ve Yaser Arafat ile beraber Rabin’e Nobel Barış ödülü verildi.

Oslo süreci olarak da bilinen bu barış görüşmelerinde Filistin devletinin kurulacağına dair kesin bir hüküm yoktu ama herkesin beklentisi bu yöndeydi. Ortadoğu Barış sürecinin temel özelliği meselelere adım adım yaklaşılması ve ancak görüşülen sorunlar çözüldükten sonra diğer konulara geçilmesinin öngörülmesiydi. Bu yöntem sürecin hem güçlü hem de zayıf yönüydü çünkü Filistin devletinin statüsü, hatta kurulup kurulmayacağı, sınırlar, su paylaşımı, güvenlik ve Kudüs şehrinin geleceği ancak nihai statü görüşmelerinde müzakere edilecekti. Bunda da başarı sağlanamadı. 

1994 yılında Amerikan Kongresinde yaptığı konuşmada söylediği “Ben barış ordusunda bir askerim” sözleri, Rabin’in belki de en akılda kalacak ifadelerinden biridir. Rabin, inandığı değerler peşinden gidebilmiştir. Yaptıkları ve söyledikleri birbirini desteklemiş ancak, barışa inanan bu önemli lider, barış karşıtlarına karşı yeteri kadar kararlı duramamıştır.

Öyle ki, hem birinci başbakanlığı döneminde hem de ikinci dönemde, yerleşimcilere karşı olmasına rağmen, onları engellemek için gerekli önlemleri almamış, yerleşimcilerin sayısı kendi iktidarında da artmaya devam etmiştir. Rabin’in yerleşimcilere karşı bu hareketsizliğinin arkasında, İsrailliler arasında çıkabilecek bir iç savaş korkusu ve kendisi gibi sol gelenekten gelmeseler de yani dindar veya muhafazakâr olsalar da yerleşimciler ile İsrail’in kurulması için çabalayan öncüler (halutzim) arasında benzer noktalar görmesiydi.

Öldürüldüğü gün Tel Aviv’de 200.000 kişinin coşkulu bir şekilde katıldığı barış mitinginde Rabin kürsüye Dışişleri Bakanı Şimon Peres ile çıkmış, barışa şans vermek gerektiğini kararlı bir şekilde ifade etmiş, bu yolda arkadaşı Peres ile beraber yürüdüklerini söylemiş, barış yaptıkları Mısır, Ürdün ve Fas’tan övgü ile bahsetmiş, Filistin tarafında da bir ortak bulduklarını ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) terörizmden vazgeçtiğini dolayısıyla barışa giden yol zor ve acılı da olsa, savaşa tercih edilir olduğu vurgulamıştı. Konuşmasında Suriye ile de barışa hazır olduklarını söylediği zaman kalabalıktan büyük alkış almıştı. Meydanda kocaman İşçi Partisi (Avoda) afişi vardı. Daha küçük de olsa Meretz Partisinin afişleri de görülüyordu.

Rabin, o gün o meydanda konuşmasının sonunda, militan bir İsrailli tarafından vatana ihanet ettiği iddiasıyla öldürüldü.  

Eğer öldürülmeseydi barışa ulaşılır mıydı, bu soruya cevap vermek elbette mümkün değil. Araplar ile savaşan ve Filistinliler ile sert bir şekilde mücadele eden eski şahin Rabin zaman içinde İsrail’in güvenliği için en sağlam yolun barıştan geçtiğine inanmıştır. Suikasta kurban gitmeden bir ay önce Knesset’te yaptığı konuşmada “Boş bir toprağa gelmedik” sözünü sarf etmesi Filistinlilerin varlığını tanıdığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Rabin, aynen Ariel Şaron gibi kariyerinin sonunda barış için toprak tavizi verilmesi gerektiğine ikna olmuştur.

Bunları düşününce, insanın aklına şu soru geliyor:

Acaba şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da kariyerinin sonlarına doğru mu barış düşüncesini benimseyecek?

 

Rabin, o gün o meydanda konuşmasının sonunda, militan bir İsrailli tarafından vatana ihanet ettiği iddiasıyla öldürüldü.  Eğer öldürülmeseydi barışa ulaşılır mıydı, bu soruya cevap vermek elbette mümkün değil. Araplar ile savaşan ve Filistinliler ile sert bir şekilde mücadele eden eski şahin Rabin zaman içinde İsrail’in güvenliği için en sağlam yolun barıştan geçtiğine inanmıştı.