Masal gibi bir gezi: Kaz Dağları

Ekim ayı başında, birkaç gün için bir yerlere kaçmaya karar verdiğimizde, aklımıza uzun süredir gitmeyi istediğimiz Kaz Dağları geldi. Amacımız, önceden çok methini duyduğumuz bu yöreyi görüp, biraz da beynimizi dinlendirmek, ruhumuza detoks yapmaktı.

Cako TARAGANO Seyahat
16 Aralık 2015 Çarşamba

Bu yolculuğumuzda bize katılmak isteyen arkadaşlarımızla birlikte, sekiz kişilik bir minivan kiralamaya karar verdik. Yolculuk sabahı erkenden aracımızı alıp yola düştük. Tekirdağ-Malkara yolu üzerinde otantik köy kahvaltısı sunan bir yerde mola verip, keyifli kahvaltımızı ettikten sonra feribotla Çanakkale’ye geçip ilk durağımız Behramkale’ye (Assos) vardık.

Akropo

Assos, kuruluşu MÖ 9. yüzyıla dayanan ve halen bir yerleşim yeri olan, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı bir sahil kasabası. Aracımızı kasabanın girişindeki otoparka bıraktıktan sonra yol yorgunluğumuzu atmak için muhteşem Midilli Adası manzarasına karşı, kumda pişen sakızlı kahvelerimizi yudumladık. Ardından kentin en yüksek tepesi olan Akropol’e yürüyerek tırmandık. Dini bir özelik de taşıyan Akropol, MÖ 540-524 yılları arasında yapılmış ve Tanrıça Athena’ya adanmış. Akropol’de ayrıca 14. yüzyılda Osmanlı Padişahı Sultan I. Murat tarafından yaptırılan Hüdavendigar Camii de yer alıyor. Caminin en önemli özelliği ise tek kubbeli ve kare planlı inşa edilmiş olması.

Sütüven Şelalesi

Bu muhteşem manzara karşısında, yerli ve yabancı birçok turistle birlikte biz de fotoğraf makinelerimizin deklanşörlerine durmaksızın bastık. Aşağı iniş yolunda ise, köy kadınlarının bahçelerinde yetiştirdikleri nane, kekik, biberiye gibi otlardan almayı ihmal etmedik.

Sonraki durağımız Behramkale İskelesi'nin bulunduğu sahil oldu. Günümüzde batık olan antik limanın yerine yapılmış iskele, 1980’li yıllara kadar palamut ağacı sevkiyatı için kullanılırmış. Güzelliği ile ziyaretçileri büyülemeye devam eden sahil ve binalar, palamut ağacı ambarı imiş. Günümüzde bu binalar otel ve restoran olarak hizmet veriyor. Fazla vaktimiz olmadığından bu sahilde, muhteşem manzaraya karşı balık keyfi yapmamanın burukluğu içinde otele doğru yola çıktık.

Yeşil Yurt Köyüne bağlı Öngen Country Oteline vardığımızda birkaç otel alternatifi içinden doğru bir seçim yaptığımızı anladık: Muhteşem manzaraya sahip 20 odalı bir butik otel; dağ, orman, deniz burada el ele.

Oda anahtarlarımızı aldıktan sonra valizlerimizi dahi açmadan hemen 4 kilometre mesafedeki Ege’nin şirin tatil beldesi Küçük Kuyu’ya indik. Tipik sahil kasabası görüntüsündeki Küçük Kuyu sahiline bir göz attıktan sonra zevkimize uygun bir balık lokantası bulduk. Hiç vakit kaybetmeden çipura, salata, rakı ve birkaç mezeden oluşan siparişlerimizi afiyetle aç midelerimize indirdik. Yemek sonrası dondurmalarımızı yiyerek sahili gezdik. Otele döndüğümüzde ise gecenin serin sessizliğinde, çim terastaki şezlonglarda yorgunluk attık.

İkinci günün sabahı saatlerimizin alarmı ile uyanıp, günün doğuşunu izlemek üzere tekrar odalarımızın önündeki çim terasa çıktık. Seher vakti, güneşin ufukta bir çizgi gibi gözünü hafifçe aralayarak, gecenin alacakaranlığından aydınlığa geçişini ağzımız açık, yüreğimiz kıpır kıpır izledik. Bu geziye çıkmamızın öncelikli amacı meditasyon olduğundan bize bağışladığı sağlık, huzur, mutluluk, bereket için, çocuklarımıza her türlü iyilik ve güzelliği bahşetmesi için avuçlarımızı Tanrı’ya doğru çevirip şükür duası ettik. İçimizi kaplayan inanılmaz huzurla adeta manevi enerji patlaması yaşadık. O keyifle sabahın ilk saatlerinde otelimizin yanındaki yoldan ormana girip sabah yürüyüşümüzü yaptıktan sonra acıkmış bir şekilde kahvaltı için döndük.

Kahvaltı sonrası Kaz Dağları kültürel turumuza başladık.

KAZ DAĞLARI YUNAN MİTOLOJİSİNDE ÖNEMLİ BİR YERE SAHİP

Kaz Dağları, antik dönemlerde ‘İda’ olarak adlandırılmış ve pek çok önemli olaya ev sahipliği yapmıştı. İsminin Giritli denizciler tarafından, Girit’te Zeus’un doğduğu İda Dağına atıfta bulunmak için İda konduğu mitolojide yer alır. Bundan ötürü dağ Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahip.

Homeros’un İlyada Destanında ‘Bin pınar İda’ olarak geçer. Homeros İlyada’da “Bol pınarlı, vahşi hayvanların anası” olarak İda Dağı’ndan sık sık bahsediyor. Efsaneye göre Hera, Afrodit ve Athena’nın katıldıkları, Truva Savaşı’na yol açan o meşhur güzellik yarışması burada yapılmış, Zeus burada doğmuş, Truva Savaşı’nı buradan izlemiş ve Afrodit ilk kez burada âşık olmuş.

Kaz Dağları hakkındaki bu kısa bilgi sonrası, günün ilk turu zeytinyağı fabrikası müzesi ziyareti ile başladı. Adatepe Köyü girişindeki bu eski fabrika - yeni müze, zeytin ağacının meyvesi zeytinin, dalından toplanarak işlenmesi ve sonra şişelenmesine kadar tüm evrelerini adım adım anlatıyor. Eski taş pres ve değirmenler, sele ve sepetler, makas ve diğer aletler de görsel olarak sergileniyor. Çıkıştaki küçük hediyelik eşya dükkânından mutlaka alacak bir şeyler bulabiliyorsunuz. Zeytin, zeytin ezmesi, zeytinyağı ve sabundan hediyelikler, konusunda bilgili iki satıcı tarafından pazarlanıyor.

TAŞ EVLERİYLE ÜNLÜ KÖY: ADATEPE

Müze çıkışı Adatepe Köyünü gezmeye gittik. Adatepe, mimari dokusunu kaybetmeden günümüze gelmiş taş evleri ile ünlü güzel bir köy. Yöredeki diğer yerleşimler gibi Rum ve Türklerin birlikte yaşadığı 400 haneli bir köyken mübadele sonrası yavaş yavaş terk edilerek 10-15 haneye kadar düşmüş. 2000 yıllarında başlayan restorasyon furyasından sonra çok popüler oldu. Eski evlerden Hünnap Han güzel bir butik otele, eski okul da Adatepe Yağlarının sahibinin gayretleri ile, Taş Mektep adıyla çeşitli branşlarda çalışmalar ve seminerler verilen bir yaz okuluna dönüştürülmüş.

Köyün içlerine doğru yürüyüp Hüseyin Maral Yağlarının satıldığı sanat galerisine uğrayıp zeytinyağı sütü hakkında bilgi aldık; bahçesinde dinlendik. Dönüşte ise meydandaki çay bahçesinde mola verdikten sonra yaklaşık bir kilometre mesafedeki Zeus Altarına tırmandık. ‘Çıktık’ yerine ‘tırmandık’ kelimesini kullanmamdaki sebep, gerçekten hatırı sayılır yokuştan, ağaçlıklı bir yoldan geçip nefes nefese kalarak yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra tepeye varmış olmamız.

ZEUS ALTARI

Antik Çağın dini yapılarından olup köyün denize bakan tepesinde bulunuyor. Taş duvarlı küçük bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Zeus Mağarası olarak bilinen sarnıç ve taş merdivenler bulunuyor. Merdivenleri çıktığınızda ise Zeus Sunağı doyumsuz manzarasıyla büyülüyor! Edremit Körfezi, Midilli, Ayvalık çevresindeki adalar… Mis gibi yaşam dolu bir hava soluyorsunuz!

Homeros, İlyada Destanında, Tanrıların İda Dağında yaşadıklarında ve Truva Savaşını buradan izleyip yönettiklerinden söz eder. Tanrılar Tanrısı Zeus’un da burada yaşadığı ve savaşı izleyip yönettiği yine bu destanda yer alır. Bölgede çalışma yapan araştırmacılar bu yüksek, denize ve Edremit Körfezine hâkim bir tepe üzerine inşa edilen mekânın Baş Tanrı Zeus’a ait olduğunu düşünmektedirler. Tepe üzerinde bulunan Zeus Altarı olarak tanımlanan kaya kütlesinin işlenmesiyle oluşturulmuş. Bu kaya kütlesine, kayaya oyuk basamaklardan oluşan merdiven ile çıkılıyor. Sunak nişleri, oturma platformları ve içi oyularak oluşturulan ve üstü tonozla örülmüş sarnıç mekânı bulunuyor. Antik sunağın hemen yanında yöre halkının inandığı bir adak yatır yer alıyor. Bu haliyle Zeus Altarı ve çevresi günümüzde de kutsal alan olma özelliğini devam ettiriyor. 

Tepede karşılaştığımız manzara, adeta aklımızı başımızdan aldı ve yorucu tırmanışın yorgunluğunu hemen unutturdu.

Aşağıya indikten sonra ise istikametimiz Sütüven Şelalesi ile biraz ilerisindeki Hasan Boğuldu Göleti oldu. Tam bir doğa harikası; bir gölet ve bir şelalenin eşsiz uyumu, görenleri hayret içinde bırakıyor. Yeşil doğanın tam ortasından akan Sütüven Şelalesi ve birkaç yüz metre ötesindeki Hasan Boğuldu Göleti ile bir bütün olmuş durumda. Bu doğa harikasının çevresinde, köylüler pazar kurmuşlar. Derenin coşkulu sesi, kulağınıza hiç duyulmamış bir müziğin mırıltısını hatırlatıyor. Zıplayan su anlamına gelen Sütüven Şelalesi, gerçekten isminin hakkını veriyor. Şırıl şırıl akan sular kayalıkları döverken çıkardığı sesinin doğanın içinde kayboluşlarına şahit olduk.

Gelelim Hasan Boğuldu Göletinin hüzünlü hikâyesine:

Mallarını satmak için her hafta kurulan pazara gelen köyün güzel kızı Emine bir gün Zeytinlik Köyünün yakışıklı delikanlısı Hasan ile karşılaşmış. Göz göze gelmişler ve ilk bakışta birbirlerine âşık olmuşlar. Her ikisi de pazarın kurulduğu günü iple çeker olmuş. Pazarda buluşurlar, konuşurlarmış. Gel zaman git zaman gençler evlenmeye karar vermişler. Fakat oba kızı olan Emine’yi delikanlıya vermek istememişler, geleneklerine göre bir sınava tabi tutacaklarını, başarırsa Emine’yi vereceklerini söylemişler. Eğer Hasan 60 kiloluk tuz çuvalını sırtlayıp Zeytinlik Köyünden obaya kadar taşıyabilirse kızla evlenebilirmiş. Hasan çuvalı sırtlamış, dağı çıkmaya başlamış. Kızılkeçili Çayı üzerindeki Sütüven Şelalesine geldiğinde dermanı kalmamış, bacakları titremeye başlamış. Ayrıca tuz çuvalı da sırtını feci şekilde yakıyormuş. Emine’ye yalvarmış, “Gel buradan gidelim kendimize başka bir yerde yeni bir hayat kuralım” demiş. Emine obasını karşısına almaya yanaşmamış, onun bu teklifini kabul etmemiş. Obasına doğru koşarken Hasan ardından “Emine! Emine!” diye seslenmiş. Çığlıkları şelalede ve vadide yankılanmış. Ancak obaya ulaştığında, Hasan’ı orada bıraktığına çok üzülmüş, pişman olmuş, kendini suçlamış. Sonunda yeniden şelaleye koşmuş. “Hasan! Hasan!” diye bağırmış, ancak ses veren olmamış. Hasan’ı şelalenin etrafında ararken, gömleğini bulmuş. Almış, koklamış, ağlamış. Oğlanın bu durumu gururuna yediremeyip suya atlayıp boğulduğunu anlamış. O da Hasan’ın gömleği ile etraftaki bir çınarın dalına kendini asmış.

İşte Hasan Boğuldu Göletinin hüzünlü hikâyesini dinlerken Hasan ile Emine’nin çığlıkları, şelale suların şırıltıları arasında kulaklarımızda çınladı. Biraz olsun bu hüzünlü hikâyenin efkârını dağıtmak için dağlardan gelen buz gibi suların oluşturduğu gölete ayaklarımız soktuk. Çevre halkı buralarda piknik yapıp mangal yakıyorlar; içeceklerini, yiyeceklerini özellikle karpuzlarını suların içinde soğutuyorlar. Salaş ama bir o kadar da keyifli bir ortam.

Daha önce buralara gelen arkadaşların tavsiyesi üzerine, öğlen yemeğimizi Rahmetli Tuncay Kurtiz’in sekiz odalı butik otelinin restoranında yemeğe karar verdik. Güzel bir manzarada, değişik çeşitleri olan menüden siparişlerimizi verip keyifli bir yemek yedik. Yemek sonrası tatlı ve kahvelerimizi, otelimize 500 metre mesafesindeki yörenin en güzel diğer bir oteli olan Manici Kasrında içtik. Zeytin, kekik kokulu ağaçlar arasındaki terasta, tahinli ve ceviz dolgulu yufkalı börekler eşliğinde kahvelerimizi içtik.

Dolu dolu geçen kültürel bir gezi gününün ardından, otelimizin çim terasında şaraplarımızı yudumlayarak gün batımını izlemeye koyulduk.

Gezimizin üçüncü ve son günü, otelimizde yaptığımız kahvaltının ardından, valizlerimizi koyduğumuz arabayla yola çıktık. Küçükkuyu’dan Ayvalık yönüne giderken Adatepe sapağından 3-5 kilometre sonra Çamlıbel Köyü tabelası görüp saptık. Biraz gittikten sonra Tahtakuşlar Köyüne vardık. Uluslararası üne sahip, Türkmen yaşamına dair her şeyin sergilendiği ilk Özel Etnografya Galerisini görmeye gittik. Köy yerinde böyle ufak bir müzenin olması bir hayli ilginç, ilginç olduğu kadar da güzel. İçeride ilgili kişinin gezdirmesi ve anlatımı ile mekân bir kat daha hepimizin hoşumuza gitti.

Zeytin ağacı ve zeytinyağı diyarından ayrılmadan, Adatepe Zeytinyağları ambalajı üzerindeki resme konu olan Refika’nın öyküsü ile veda edelim:

Adatepe Köyünde 19. yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başında ‘Refika’ takma adıyla bir Rum güzeli yaşarmış. Köyün Rum ve Türk cemaati arasında çok sevilen Refika hem güzel hem de neşeli bir kızmış. Düğünlerde şarkılar söyler, güzel dans edermiş. Refika’nın güzelliği ve iyilikseverliği Adatepe Köyünün yanı sıra çevre köylerde de dillere destan olmuş. Özellikle zeytin zamanı Refika’nın çalıştığı tarlalarda köylüler hem zeytin toplar hem de Refika’nın şarkılarını dinlermiş. Düğünlerde mutlaka Refika baş misafir olarak çağrılır ve kendisine şarkı söyletilip, dans ettirilirmiş.

Birinci Dünya Savaşına kadar iki cemaat Adatepe köyünde barış içinde birlikte yaşarmış. Ancak savaş tüm Anadolu’da olduğu gibi köye de felaketler getirmiş. Savaşla birlikte köyün Rum ve Türk cemaatleri arasında önceleri soğukluk, sonra karşılıklı çatışmalar baş göstermiş. Tüm bu kargaşaya rağmen Refika yine de Türkler arasında sevilmeye devam etmiş ancak ne var ki savaş sonunda Türk ve Yunan hükümetleri arasındaki anlaşma sonucunda Refika da diğer Rumlarla birlikte köyü terk edip, Yunanistan’a yerleşmek zorunda kalmış.

Refika’nın köyden ayrılışı Türkler arasında büyük bir üzüntüye yol açmış. O gittikten sonra bile adına türküler yakılmış ve her fırsatta, özellikle düğünlerde onun türküsü okunup, onun adına danslar edilirmiş. Bu gelenek Adatepe Köyünde hâlâ devam etmekte.

İstanbul’a dönüşü ters istikametten yapmaya karar verdik; gelişimiz Tekirdağ-Çanakkale üzerinden iken dönüşü Balıkesir-Yalova üzerinden yapacaktık. Bu rotayı belirlerken amacımız, Ayvalık’a girip Sarımsaklı Plajı üzerinden Şeytan Sofrasına çıkmaktı. En son 35 yıl evvel gördüğüm Ayvalık fazla değişmemiş; biraz yenilenmiş, biraz daha turistik olmuş. Şeytan Sofrasına çıktığımızda manzara hepimizi büyüledi.

Ayvalık’a kadar gelip de Cunda Adasına uğramamak olmazdı. Damak çatlatan Ege’nin otları, Girit ve Rum mezeleri ile Ege’nin harika balıklarından oluşan Cunda adası sahillerindeki lokantaların birinde öğlen yemeği yedikten sonra İstanbul’a doğru hareket ettik.

Bir seyahati daha gerçekleştirmenin keyfi, mutluluğu ve huzuruyla, beynimiz boşalmış, ruhumuz rahatlamış, dinlence, eğlence ve kültür dolu bir geziyi daha bitirdik.