Irgat başı sendromu

Keyifli bir yelken seyrinin ardından teknenin çapasının yanında verilmiş huzurlu bir çift pozu düşünün… Heh, işte o resimdekiler biziz! Ben ve eşim Ezel. Fakat lezzetli bir yemeğin tarifini kendine saklayanlardan değilim ben.

İdil HAZAN KOHEN Spor
9 Aralık 2015 Çarşamba

Sosyal medya sağ olsun, her gün birbirinden mutlu, coşkulu, keyifli fotoğraflarına bakıyoruz yakın ve pek de yakın olmayan ancak engellersek ayıp olacağından korktuğumuz arkadaşlarımızın. Ancak o fotoğraflardaki gülümsemeler oraya konana kadar, kadraja sığma çabaları, en az on tanesi elenip filtrelendikten sonra nihayet bir tanesinin seçilme aşaması ve çeken arkadaşa sürekli, “hadi gönder” diye yapılan baskılardan bir haberiz. Örneğin keyifli bir yelken seyrinin ardından teknenin çapasının yanında verilmiş huzurlu bir çift pozu düşünün… Heh, işte o resimdekiler biziz! Ben ve eşim Ezel. Fakat lezzetli bir yemeğin tarifini kendine saklayanlardan değilim ben.

O yemek yapılırken mutfak nasıl batar, fazla kaçan tuz nasıl dengelenir de o yemek bunları hiç belli etmeden masaya konur onu anlatacağım. Siz biraz gülecek biz de biraz rezil olacağız…

 

EZEL’İN GÖZÜNDEN

Tekneyle Selimiye Koyuna yanaşıyoruz… Güzel bir hava, her şey yolunda,  birazdan Sardunya’da yiyeceğimiz nefis balığın hayali ile çok mutluyum. İdil önde, özel minderini altına alıp uzanmış, o da çok mutlu görünüyor. Ama ben her nedense bu sinsi gülümsemeden huylanıyorum. Kesin yemekten sonra dağ bayır beni kilometrelerce yürütmenin hesabını yapıyor. Bakalım nasıl yırtacağız? Yemekte bunu planlayacağım.

“İdiiilll hadi ırgata geç, ben tamam deyince düğmeye basmaya başla,” diye ön tarafa doğru bağırıyorum.

Elbette İdil huzursuzlanıyor. “Offffff!! Haksızlık bu, hep ben basıyorum bu düğmeye!”

Bu haksızlık iddiasına cevap verme gereği duymuyorum. Hem zaman az, hem de düğmeye basacak başka kimse yok, hepsinden öte eşlerle girilen herhangi bir tartışma sonunda erkeklerin haklı çıkma şansı zaten hiç yok!

Bu kıçtankara yanaşma işlerinde, başlarına gelenler bilirler, önde ırgattaki kişi ile hem motor hem ırgat gürültüsünden dolayı irtibat büyük ölçüde kopar. Dolayısı ile ses tonunuzu ayarlama işi, hele öndeki EŞİNİZ ise, denizciliğin en zor ve en çok tecrübe isteyen durumlarından biridir.

Herkes fırtınada seyir yapabilir, dünyayı yelkenle dolaşmak bugünkü teknoloji ile kolay, esas beceri ırgatı kontrol eden eşin demiri zamanında atmasını gerginlik olmadan sağlamak!

"İdiiiilllll, idiiiilll at artık şu zinciri."

"Atıyor musun?"

"İdiiill, Hadii!"

İyice telaşa kapılıyorum. Neredeyse yanaştık, atıyor mu ki şu zinciri?

Nihayet İdil cevap veriyor: "Atıyoruuum. Ah tırnağım!"

Oh, rahatlıyorum, atmaya başladı derken çat diye ses kesiliyor. Ne diye durdu ki şimdi?

“Durma at! Aaat! Çok yanaştık!"

"Bu düğme çok sıkı elimi acıtıyor!"

"Atsana yaa!! HIZLI!!"

Ve hata. Geri geri çok dar bir yere yanaşılıyor olabilir, çapanın atma zamanlaması da çok önemli olabilir... Hava 40 knot da esebilir. Ama asla büyük fedakârlıklarla ırgatın düğmesine kesik kesik de olsa basan eşe bağırılamaz. 

Bağırdıktan sonra da zaten 2 saattir sesleniyorum duymuyor bunu da duymamıştır diye umut etmenin de bir faydası olmaz. Çünkü kadın anatomisinde kulaklar kesinlikle istemediğini duymama, istediğini ise -ve genellikle bu sizi bitirecek seslerdir- duyma üzerine programlanmıştır.  Yine de inşallah bunu da duymamıştır diye düşünürken önde olması gereken idil artık orada değil. Eller kavuşturulmuş, bana bakıyor. Off biliyorum bu bakışı...

Zor bela bir şekilde o demir atılır ama artık çapa ve tutması ile ilgili tüm sorunlar sizin şu anki sorununuzun yanında, Savarona’nın yanında duran sizin kayığınız kadardır...

Canımı çıkartacak, 5 km’lik sabah yürüyüşü ile olay kurtulur mu yoksa vaka daha mı vahim diye düşünüyorum.

Tavsiyem; tüm evli denizcilere alınabilecek en anlamlı hediye bir adet ırgatı kokpitten kumanda cihazıdır. Emin olun, zamanla değerini anlayacaklardır…

 

İDİL'İN GÖZÜNDEN

Ezelciğim, çok sevdiği yadigârı ‘Çilingöz’ünü gözyaşlarıyla uğurlayıp, evraklarını elleri titreye titreye yeni sahibine teslim ettikten sonra, biz de ayağımızın tozuyla yeni ‘Queen’ teknemize ayak bastık.

İtiraf ediyorum, her ilgi övgü bekleyen eş gibi ben de uzun zamandır istenilen, hayali kurulup beklenen tekneye, gösterdiğim manevi destek dolayısıyla, kendi adımın verileceği ümidine kapılmış, yüzümde koca bir gülümseme ile teknenin yanına koşmuştum. Acaba idil mi yoksa IDIL mi olarak yazmıştı? Teknenin çizgileri maviydi, demek ki benim adım da mavi renk yazılmıştı…

Adımlarımız hızlandı, artık teknenin yanındaydık. Suratıma tokat gibi inen ‘Queen’ yazısının darbesini hafif bir ifade ile geçiştirmeye çalıştıysam da böyle her hissettiğimi çığlık çığlığa bağıran bir yüzüm var benim. Dudaklarımın kenarlarına, örtüler uçuşmasın diye uçlarına bağlanan ağırlıklardan asılmış gibi somurta somurta bindim tekneye.

Eşim her seferinde ‘Queen’ adını hem bir kraliçeyi hem de çok sevdiği kült bir müzik grubuna hitaben taktığını yinelese de, benim için o, aşırıya kaçmış süsüyle köpekliğinden şüphe duyulacak bir Terier adıydı. Sizce de öyle değil mi? Hiçbir kıskançlık yok, kesinlikle objektifim…

İlk seyahatimizi Orhaniye’nin en gözde mekânlarından biri haline gelen Selimiye Koyuna yapmaya karar verdik. Elimden geldiği kadar tekneyle ilgilendiğimi göstermiş, yeni çarşafları sermiş, bulaşıkları yıkamış, teker teker her bir köşenin gerçekten de çok güzel olduğuna dair kocamı beş kere onaylamıştım ve artık teknenin en çok sevdiğim ön tarafına uzanıp günün keyfini çıkarabilirdim.

Özenle seçilip yaptırılmış yeni yastıklardan bir tane kapıp, aynı özenle altıma yerleştirdim. Yüzümü rüzgâra çevirdim. Tam denizin sesini dinlemeye koyulacakken eşimin sesi araya girdi.

“İdiiilll, hadi ırgata geç, ben tamam deyince düğmeye basmaya başla!”

Haydaaa… Hep böyle olur zaten! Yardımcı olmak için kendinizi yırtarsınız ve sonunda kendinize ayırmak için bütün gün beklediğiniz zaman geldiğinde, sizi bekleyen görevler vardır ve o zaman hep onlarındır. Hayır, yardımcı olmak istiyordum elbet ama bana kim yardımcı olacaktı?

Biraz hayıflanarak zincirin başına geçtim. İşin kötüsü problem zinciri atmak değil, şimdi ne desem tekneden ya da dış etmenlerden gelen ses bunu yutacak, gereksiz gerginlik yaratacaktı.

Korktuğum başıma geldi, düğmeye sertçe basıyordum ama zincir inmiyordu. Ezel’e, teknenin arka tarafına doğru seslendim.

“Ezel basıyorum, bir türlü inmiyor bu!”

Ezel hiç duymamış gibi bağırmaya devam ediyordu.

“İdiiiilllll, idiiiilll at artık şu zinciri!”

“Atıyor musuuuunnnnn?”

Evet, atıyordum ama Ezel ne beni duyuyor, ne de dinliyor, sürekli bağırıyordu. Bütün bu erkekler acaba her konuda az konuşup biriktirdikleri onca sesi bir anda tekneyi yanaştırırken mi boşaltırdı?

Bizim çığlıklarımız Selimiye'yi inlete dursun, bu gerginliğe ortak olmak isteyen bir sürü ses yükselmeye başladı bir anda.

“Hadi atın! Sağa yanaş, yok sola yanaş!”

Hmm… Bu kesinlikle erkeklerin en çok seslerini duyduğumuz anlardan biri olmalıydı. Bir çeşit kendini buluş, ya da kendini gösteriş…

Yine eşimin sesi yükseldi ve bu sefer gerçekten ya onun gırtlağı ya benim kulak zarım bu işten zararlı çıkacaktı.

“Attttt attttt! Çok yanaştık!”

“ATSANAAAAAAA YAAAAAAAA HIZLIIII!!!!!”

“Ezelciğim bağırıp durma, sıkışmış zincir gücüm yetmiyor,” diye ben de avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım.

Ama elbette oradan dümenin başında bağırıp durmak kolay! Bundan sonra ben dümende o ırgatta olmalıydı. Sanki ses ne kadar yükselirse zincir o kadar hızlı inecek. Zinciri korkutup kendini aşağı mı atmasını bekliyordu acaba?

Teknenin ön ve arka güvertesi arasında çığlıklar paslaşa dursun, ben zinciri elimle düzletmeye karar verdim. Tabii ki kocacığım babamın öngörülü davranıp bize hediye etmiş olduğu eldivenleri “fazla teçhizat” bulup bir yere atmış, sonra da kaybetmiş olup her şeyi kaba ellerle yapmamı bekliyordu. Nitekim öyle de oldu. Ancak onun, biz kadınların ellerine gösterdiği özenden, tonlarca para akıttığımız manikürcülerden, kırık tırnaktan ne kadar nefret ettiğimizden haberi yok. 

Ne zamanki tekneden sağ salim indik, attığı çığlıklardan rahatsız olacak ki vicdan azabı ile ellerime uzandı ve birden suratı buruştu.

“Ne oldu tırnaklarına?” diye tiz bir ses çıkardı. Ve bu ses tüm günün acısını çıkartacağım bir gol pozisyonuydu benim için. Bir mi dedim pardon bin olacaktı.

Tahmin edeceğiniz gibi artık dümenden kontrollü, elektrikli bir ırgatımız var. Yeni görevim elimde “pek fiyakalı eldivenlerimle” zincir boşaltılırken herhangi bir acil duruma karşı zincir nöbeti tutup müdahaleye hazır bulunmak.