BO Sahne’de ‘Son Zenne’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
4 Kasım 2015 Çarşamba

Türk geleneğinde kadınların düğünlerde erkeklerin önünde oynaması hoş görülmezdi. Bu sebeple düğünlerde ve şenliklerde erkek oyuncular, kadın kıyafeti giyerek ve kadınlar gibi kıvırtarak oynarlardı. Kaşlarını ve vücut tüylerini aldırarak oynayan bu erkeklere Farsça kadın anlamına gelen ‘Zenne’ adı verilirdi. Günümüzde de kadın kıyafeti giyerek oryantal dans yapan erkeklere Zenne’ denmektedir.

Hayatımızın içinden geçenler… üçü de tanıdık!

Çok yakınımız da olsa görmezden geldiklerimiz, hatta yok saydıklarımız ama asla kaçamadıklarımız…

Çünkü onlar da biziz, hepimizden birer parçadır onlar.

Onlar demek bile ayıbımız; insanız çünkü aynı hamurdan yoğrulduk farkında mısınız?

Levent Özdilek

1955’ de Adana’da doğan Levent Özdilek’i İstanbul seyircisi sinemadan ve televizyon dizilerinden tanır ama o her şeyden önce bir tiyatro adamı. Babasının çocukluk arkadaşı Yılmaz Güney’in teşvikiyle Ankara Devlet Konservatuarına girmiş. Devlet Tiyatrolarında 40 yıla yakın oyunculuk yaptıktan sonra, tüm zamanını kendi sahnesine vermek için ayrılmış.

2003 yılında kurduğu Biz Oyuncular Sahne Sanatları’nı kendi yerine kavuşturmak için inanılmaz bir çaba gösteren Özdilek, Cihangir’deki ünlü turşucunun karşısındaki otoparkı üç katlı bir sahne sanatları merkezine dönüştürmüş.

Genel Sanat Yönetmenliğini üstlendiği kendi mekânı BO SAHNE’de elverişli fiziği, kusursuz diksiyonu, düzeyli oyunculuğu ve beden diliyle başroller oynayacağına, alçakgönüllülükle sahne arkasına çekilerek, tiyatroya yeni bir soluk getirmeye çalışıyor. Her daim söylenenlerin ötesinde çok daha farklı bir şeyler yapma isteği, ortak çalışmalar sonucu ortaya yeni ve özgün metinler çıkmasıyla sonuçlanıyor. Çoğunu gençlerle birlikte oluşturduğu bu ortak çalışmaların sonuncusu olan ‘Son Zenne’, Serdar Saatman’ın yazıp yönettiği son derecede etkileyici bir oyun.

İsimsiz kahramanların oyunu

Son Zenneisimsiz kahramanların oyunu… Ucuz bir müzikholde çalışan Zenne, mekânın yaşamak zorunda kaldığı bodrumunu, hayal ettiği, bir dünyaya çevirmeye çalışmaktadır. Amcalarından kaçan Nesime ile yolu bu bodrumda kesiştiğinde, ikisinin arasında alışılmadık bir sevgi ve dostluk ilişkisi başlayacak, Zenne’nin belalısı Şahin araya girdiğinde üçlünün trajik dansı, kaçınılmaz sona doğru akmaya başlayacaktır…

Serdar Saatman, oyununu: “Ötekileştirilenlerin yansıması; hayatın içinde, yanlarından geçtiğimiz, hiçbir zaman yaşamlarını merak etmediğimiz insanların derinlemesine incelendiği, toplumsal dışlamanın, bir insanı ‘öteki’ ilan etmenin, onu yok saymanın doğurduğu sonuçlar. Heteroseksüel toplum yapısının bir erkeği, bir kadını ve bir eşcinseli, yani bireyleri ne hale getirdiği tüm çıplaklığı ve çarpıcılığı ile sahnede” diyerek özetledikten sonra ilâve ediyor: Son Zenne dilerim kalbinize dokunur”.

Yönetmen Saatman bu acı ile dans eden hayatların öyküsünü, duygusallıkları, aşırılıkları, dansları, acılı müzikleriyle, karakterlerinin karanlık yazgılarıyla tam bir Yeşilçam Filmi gibi yorumluyor. Ancak ne bir Yeşilçam parodisi ne de bir Yeşilçam güzellemesi yapmaya kalkışmadan, kaderin sillesini yemeye mahkûm kahramanlarının acıklı öykülerini klasik melodram kalıplarında anlatmayı yeğliyor. Bu anlatım şekliyle Son Zenne’, kimi yönetmenin elinde ikincil bir tür haline düşürülmüş olan melodramın gerçekten de kalbimize dokunan çok düzeyli bir örneğini oluşturuyor. Oğuz Şahin’in Zenne’nin zevkini ve hayal dünyasını yansıtan dekoru ile başta Şahin’in ayakkabıları ve çorapları olmak üzere kostüm tasarımı Serdar Saatman’ın yarattığı dünyayı başarıyla var ediyor.

Bir ‘Üçüncü Sayfa’ öyküsünün böyle etkileyici bir seyirliğe dönüşmesinin birkaç sebebi var. Başta BO SAHNE’nin müdiresi Nilüfer Bıyıklı’nın kaleme aldığı, oyunun çıkış noktası olan hikâye. Melodramatik öykünün ayrıntılarında beklenmedik bir gerçeklik, bir yaşanmışlık duygusu var ki, oyun sonrası sohbetimizde bu hissiyatımı Levent Özdilek’le paylaştığımda,

kimi olaycıkların gerçekten yaşanmış olduğunu, örneğin Zenne ile Nesime’nin yazgılarının birleştiği 17 Ağustos 1999 gecesi karşılarına çıkan ayakları içe dönmüş ağlayan köpekle, kendisinin deprem sonrası yardıma koşmuş olduğu Değirmendere’de gerçekten karşılaştığını, anlatıdaki uzun boylu adamın da kendisi olduğunu söyledi.

Levent, Antalya’da genelevlerde film çekerken yaşadığı ilginç bir olayı, bir fahişenin odasına girdiğinde kadının onu ‘pis işlerini yaptığı’ yatağa katiyen oturtmadığını, odanın başka bir köşesinde tüller içinde, başucunda yaşlı bir kadınla bir çocuğun fotoğraflarının bulunduğu ‘temiz’ yatakta yer gösterdiğini anlattı. İzleyicinin keyfini kaçırmamak için olayın  Son Zenneye yansımasını anlatamam tabii ki. Ama bu küçük ayrıntı sanat ile gerçeğin, kurmaca ile yaşanmışın birbiriyle nasıl iç içe geçebildiğinin çok etkileyici bir örneği.

Metnin ötekileştirmeye getirdiği sağlam eleştiri, toplumsal ahlâkın ikiyüzlülüğünü ele aldığında daha da sertleşiyor. Maço ve bıçkın Şahin, Zenne’yi “Senle ben bir miyiz sanki! Evli barklı adamım ben!” diyerek aşağılarken bir yandan da Zenne’ni başparmağını cinsel organıyla özdeşleştiren stilize bir sahnede ona rahatlıkla oral seks çekiyor.

Bu bireysel ikiyüzlülük, basıldıklarında olayın bal gibi farkında olmalarına rağmen daha ‘normal’ görünenin yanında saf tutan Zenne’nin ailesinin, ya da karısına ve kızına uyguladığı taciz, şiddet ve enseste rağmen ataerkil düzenin ‘mazbut’ aile babasının tarafında yer alan amcaların davranışlarında, haklı bile olsa ahlak adına ötekini dışlayan, aşağılayan ve mahkûm eden ahlaksızlık iyice belirginleşiyor. Gelelim oyunculuklara. Son Zennenin saydığım ya da sayamadığım çok sayıda erdemi var ama büyük başarısını her türlü övgünün üzerindeki üçlü oyuncu kadrosuna borçlu. Şair, yazar, oyuncu Cansu Fırıncı, Zenne’ni hayatını alt üst etmiş olan Şahin’i canlandırırken, 16 yaşındayken baştan çıkardığı, sahneye zenne olarak soktuğu, sattığı, torbacılık yaptırdığı genç adamı son kertede sömüren pislik karakteri öyle bir yorumluyor ki, izleyicide öldüresiye dövme arzusu uyandırıyor. Oyunun sonlarına doğru, şiddet dozunu iyice arttırır, kavga ölümcül savaşa dönüşürken Zenne’ye olan ölesiye aşkını ekonomik bir oyunculukla hissettirmesi çok başarılı. Sevtap Özaltun, Nesime’yi, horlanan, aşağılanan, itilip kakılan, dövülen, tecavüz edilen, ama ne olursa olsun yaşam gücünü ve umudun kaybetmeyen tüm kadınların simgesi olarak canlandırıyor. Aşka benzer bir sevgiyle bağlanmaya başladığı Zenne’nin ona aşılamış olduğu güvenle edilgen bir kişilikten etkin bir karaktere dönüşümü seyirciye rahatlıkla aktarıyor. Müthiş dozunda şive kullanımı da çok iyi.

Yarkın Ünsal’ın Zenne’si ise tek kelimeyle olağanüstü.  Beş aylık bir çalışmanın sonunda değme oryantali kıskançlıktan çatlatacak kadar iyi dans etmesi bir yana, Zenne’yi müthiş nüanslı bir yorumla derinlemesine çözümlüyor. Bir kere Zenne, bu tip öykülerde hep iddia edildiği gibi genç yaşata tecavüze uğradığı için ‘böyle’ olmamış.  İlk cinsel deneyimini yaşadığında biraz da dünden razıymış. Aradan geçen beş yılda, feleğin çemberinden geçmiş, onu pazarlayan ilk sevgilisine hâlâ aşk-nefret ilişkisiyle bağımlı, çatır çatır lubunca konuşan bir lubunyaya dönüşmüş. Ancak Nesime ile tanıştıktan sonra ona (ve de izleyiciye) henüz bozulmamış insan tarafını, kirli yaşantısının pisletemediği masumiyetini,  o izbe bodrumda yarattığı hayal dünyasını azar azar açığa çıkararak gösteriyor.

İlginçtir, oyunu izlerken ilk kez gördüğümden emin olmama karşın, Yarkın Ünsal bana çok da tanıdık geldi. Oyun sonrasında Levent Özdilek’e oyuncunun müthiş performansından çok etkilendiğimi söylediğimde “Yarkın bize İzmir’den geldi” dedi. İzmir belleğimde bir şeyler uyandırırdı. Dört-beş yıl kadar önce bir İstanbul Tiyatro Festivali’nde (galiba kumbaracı50’de) İzmir’den gelen genç bir topluluktan ‘in-yer-face’in ilk örneklerinden birini izlediğimi, metnini epey yetersiz bulduğum oyunun sahneye konuluşundaki cinsellik, sertlik ve saldırganlıktan epey etkilendiğimi ve oyundaki genç erkek oyuncuyu beğenmiş olduğumu hayal meyal anımsar gibi oldum. Yarkın bana işte o genç oyuncuyu hatırlatıyordu.

İnternet sağ olsun, eve gider gitmez İKSV’nin arşivine girdiğimde, oyunun 2010’da 17.Tiyatro Festivali kapsamında Tiyatro Oyun Kutusu tarafından sahnelenen ‘Phaedra’nın Aşkı’ olduğunu, beni etkilemiş olan genç oyuncunun da Yarkın’ın ta kendisi olduğunu keşfettim. Araştırmamı biraz derinleştirince Yarkın Ünsal’ın 2003 yılında İzmir’de kurulan Tiyatro Oyun Kutusu’na 2006’dan beri ortak olduğunu, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Dramatik Yazarlık okumuş olan ve halen aynı üniversitenin oyunculuk bölümünde yüksek lisans yapmakta olan yazar yönetmen Serdar Saatman’ın da topluluğun çoğu oyununu yazdığını ve yönettiğini öğrendim.

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümünün Oyunculuk Ana Sanat Dalı’nı birincilikle bitirmiş olan, aynı üniversitenin Dramatik Yazarlık – Dramaturgi Ana Sanat Dalı’ndan da mezun olan Yarkın’ın sağlam bir tiyatro geçmişi olduğunu da böylece öğrenmiş oldum.

İzmir için kötü, İstanbul için güzel bir haber de oyuncularının çoğunun kentimize transfer olduğu Oyun Kutusu’nun giderek İstanbul’a temelli yerleşme durumunda oluşu. Anlaşılan adını çok sık duyacağımız bir yazar-yönetmene ve de müthiş bir genç oyuncuya sahip oluyoruz.

Yen tiyatro mevsiminin olmazsa olmazlarından, Haftada iki kez BO SAHNE’de. Gitmeden önce yerinizi ayırtmanızı öneririm. Fısıltı gazetesi çok iyi çalışıyor. Biz ilk temsillerinden biri olmasın karşın full dolu bir salonda izledik.

Hepinize iyi seyirler.