Efsanevi rekabetler

İdil HAZAN KOHEN Spor
4 Kasım 2015 Çarşamba

Pete Sampras – Andre Agassi

Ayrton Senna – Alan Prost

Niki Lauda – James Hunt

Tiger Woods – Phil Mickelson

Roger Federer – Rafael Nadal

Kendi alanlarında birbirlerinin karşısına dikilen bu isimler, aynı zamanda bizleri de ekran karşısına dikip, spora farklı gözle bakmamızı sağlayan kimlikler...

Özellikle takım sporlarına kıyasla daha az kitlelere ulaşabilen kişisel sporlarda rakipler arası çekişme ve rekabet tırmandığında, o spora duyulan ilgi, merak ve heves de aynı oranda yükseliyor. Sonucunu kestiremediğimiz, kendi kahramanımızı seçtiğimiz ve bize heyecan, sevinç ya da mutluluk yaşatıp neredeyse karşılaşmada yarışan kendimizmiş gibi hissettirebilen sporların peşine takılabiliyoruz. Kimi tutarsak tutalım aslında bu azılı rekabetlerin kesin kazananı o spor dalı oluyor.

İki taraf arasında artan gerilim, ego çatışması bazen de yapılan küçük jestler basında büyük ilgi uyandırıp aynı bir pembe dizinin insanı içine çeken entrikaları gibi arkası yarın karşılaşmaları heyecanla bekleyip, takip etmemize sebep oluyor. Bugün, arabalara hiçbir zaman ilgi duymayan ben bile Formula 1 hakkında iki sayfa kompozisyon yazabilecek kadar bilgiye sahipsem ve altı yaşındaki yeğenim evin içinde “ben Nadal’ım” diye bağırıp başına bir bandana bağlayarak geziyorsa, bu; atışmaların ve bunları yaratan kahramanların etkileyici yetenek ve karizmaları sayesindedir.

1992 Davis Cup’ta final maçı sırasında gözüne güneş gelen Andre Agassi çantasından Oakley marka bir gözlük çıkarıp takar. Tenis dergilerine bu gözlükleriyle yansıyan ünlü tenisçinin evine bir hafta sonra bir paket gelir. Paket, Oakley markasının sahibi, Jim Jannard’dan gelmiştir. Paket dediğime bakmayın, gelen son model Dodge Viper marka bir arabadır. Böyle bir teşekkürü hak eden gözlük satışı adedini siz tahmin edin…

Diyeceğim odur ki; Agassi’nin asi havası, Nadal’ın duygusal tepkileri, Federer’in klası! (Ah Nadal’ın tikleri ve Armani için verdiği pozları da atlayamayacağım sanırım…) Öyle ya da böyle kitlelere sporu sevdirip, kesinlikle çok daha ilginç kılıyor.

Geçtiğimiz hafta sonu, günümüzün hâlâ teke tek karşılaşmalarının en çekişmeli rakipleri sayılan Nadal ve Federer finalini seyretme şansım oldu. Hem de iki yıl aradan sonra. Federer, ball-boy olarak tenis hayatına başladığı Basel kortunda yeni bir rekora imza attı. On senedir burada art arda final oynayan ve yedisini kazanan tek tenisçi. 6-3, 5-7, 6-3 skorla 34 kere karşı karşıya geldiği Nadal’ı on birinci kez yenmiş oldu.

Aslında bu ikili arasındaki efsanevi çekişme her ne kadar aralarında bir sürtüşme olabileceğini düşündürse de, her iki oyuncu da hırslarını kort telleri ile çevreleyebilen karakterlere sahip. Hatta Nadal Basel’a ilk geldiğinde, Federer ev sahibi olarak onu bizzat havaalanında kendi karşılamış ve bütün programlarını iptal edip tüm gün şehri onunla gezmesini istemiştir.

Biraz kortlara yansıyan çekişmenin ardındaki bu güzel jestlerden biraz da birbirine iki zıt stilin üstünlük mücadelesi heyecanından olsa gerek, tenis camiası Federer ve Nadal’dan sonraki gelecek için biraz endişeli. Zira bu ikilinin tenise katkıları olağanüstü ancak onlardan sonra aynı ilgiyi, çekişmeyi ve hevesi uyandıracak bir başka ikili gösterilemiyor. Djokovic’in oyunu tek başına bir şov olsa da iki kişilik bir sahnede tek kişi performans yeteri kadar ilgi çekemiyor. İkinci sırada Djokovic’in ardından gelen Andy Murray, Djokovic ile neredeyse aynı stilde oynuyor ve maçlar genellikle bunu daha iyi başaran Djokovic’in üstünlüğüyle bitiyor. Heyecan arayan sporseverlere biraz da sıkıcı gelen bu oyun, tenisi nereye kadar götürebilecek merak konusu…

Her şeyde olduğu gibi gelişme ve ilerleme için farklı renkler, farklı tatlar, dengeli bir rekabet şart ve biz gerek spor camiasında gerekse diğer tüm çıkmazlarımızda bu oluşumu sabrımız ve ömrümüz yettiği kadar beklemeye devam edeceğiz gibi görünüyor.