Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz, çünkü…

Perspektif
19 Ekim 2015 Pazartesi

Dr. Elif Uluğ

 

Osmanlıca denince kendi halinde bir Türk vatandaşının aklına ne gelir bilmem ama benim aklıma lisansa başladığımda aldığım ilk Osmanlıca dersi ve onun ilk sınavı geliyor. Çok yemek yiyip yattığım gecelerin ardından hâlâ gördüğüm birkaç kâbusum var; birinde matematikten geçemiyor liseyi bitiremiyorum. Ötekinde Osmanlıca sınavındayım, hocamız bir sayfalık bir metin vermiş, sınıfta herkes metnin sonuna gelmiş ama ben daha ilk kelimeyi bile okuyamıyorum.

İlk sınavda Atatürk’ün Nutuk adlı eserinden bir bölüm sorulmuştu. ‘Efendiler’ diye başlayan bölümde, bir türlü o ‘Efendiler’i okuyamadığımdan bir satır bile ilerleyemiyordum. Kâğıdın neresine kadar okursanız o kadar puan alabiliyordunuz, haliyle notlarınız sıfıra sağdan yaklaşıyordu. Her gün okula ağlayarak gelip “Burada ne işim var? Bu belaya nereden bulaştım?” diye kendimi sorgulamaktan başka bir şey yapamıyordum.

Zaman geçtikçe alıştım, okula ve Osmanlıcaya: Dilimizdeki ‘s, t, z,’ gibi seslerin birden fazla oluşuna, el yazısının inceliklerine, saatlerce aynı sayfanın aynı satırına bakıp da ne yazdığını okuyamayıp, kütüphaneye koşarcasına gidip Osmanlıca-Türkçe Sözlükte “Yahu şu harf ‘b’ miydi; ‘t’ miydi?” diye aranmaya. Çıldırtır, çünkü Osmanlıcada pek çok harf altına ya da üstüne konulan noktalarla birbirinden farklılaşır. Üstelik nankördür, iki gün okumazsanız üçüncü gün yabancılaşır, hiçbir şey okuyamaz hale gelirsiniz. ‘E’ diye okuduğunuz harf bazen ortadan kaybolur, ‘k’lerin bir tanesi bazı sesli harflerle, bazıları başka türlü seslilerle birleşir. Harfler sözcüğün başında başka, ortasında başka, sonunda başka yazılır.

Zor dildir vesselam, anlayan, okuyabilen beri gelsin. Hani “Zor dildir” falan deyince sanki İngilizce, Almanca gibi bir şeydir diye düşünülmesin. Arap alfabesi kullanılıyor diye tamamen farklı bir dil zannediliyor Osmanlıca, oysa kelimeler ve tamlamalar Türkçe içinde Türkçe dilbilgisine uygun bir şekilde eritilmiş, sıfırdan öğreneceğiniz bir dil değil söz konusu olan. Bu da bizi başka bir gerçeğe daha götürüyor, Arapça ve Farsça kelime dağarcığınız geniş değilse, metni okusanız da anlayamama ihtimaliniz çok yüksek. Yani Osmanlı’yı okuma işi sıkı bir çalışmayla bir şekilde halledilebilir, ama okuduğunu anlama ve anlamlandırma işi için ciddi bir kültür gerek, onun da liselerde Osmanlıcayı zorunlu ders yapma önerisini getirenlerde olduğu şüpheli.

Öte yandan, Cumhuriyet devrimlerini kötülemek için kullanışlı bir ürün gibi görülüyor Osmanlıca. “Geçmişimizle bağımız koparıldı, kültürümüzden koptuk” gibi bir söyleme meşruiyet dayanağı olarak kullanılmak isteniyor. Bunu cevaplamak için de Osmanlıcanın serüvenine bir göz atmak gerekiyor.

Öncelikle Arap alfabesi Osmanlılardan evvel de kullanılıyor Anadolu’da, ancak dil Türkçe. Tarihi Türkiye Türkçesi olarak da biliniyor, anlayacağınız Osmanlıca dediğiniz galat-ı meşhur. ‘Osmanlıca’ dönemlere göre sınıflandırılıyor: Klasik Osmanlı Türkçesi döneminde az bilinen Arapça ve Farsça kelimelerle süslü metin kotarmak yazı ustalığı kabul ediliyor, ancak 19. yüzyıldan sonra dilde sadeleşmeye girişiliyor. Sonuç: 20. yüzyıldan itibaren kullanılan dil bugün bile anlaşılacak kadar Türkçe. Anlayacağınız, dilde sadeleşme hareketi bir gecede alınan bir karar değil, arkasına baktığınızda tarihini görüyorsunuz.

Bir başka ayrım daha var. Bugün eleştiri yapanlar, sarayda ve sokakta kullanılan dille, sanat, edebiyat ve yazışmalarda kullanılan dilin aynı olduğunu sanıyorlar. Oysa saray ve bürokrasi yazışırken her ne kadar ağdalı bir dil kullansa da halk da saraylılar kendi aralarında konuşurlarken de bugün konuştuğumuz dile yakın yalın bir Türkçe konuşurdu. Kaldı ki devletin tebaasına koyduğu kuralları iletmek için zor bir dil kullanması ahmaklık olurdu, haliyle halka yapılan duyurular ve fetvalar yalın bir dille yazılırdı. Dahası, 1876 Anayasası’nda “Devletin lisan-ı resmisi Türkçe” olarak kabul ediliyordu, ‘Osmanlıca’ değil!

Peki ya “Bir gecede okuryazarlığımızı yitirdik” diyenler? Harf İnkılâbı 1928’te yapılıyor, 1923’te okuma-yazma oranı yüzde 10’un altında, 1935’teyse yüzde 19,25. Alfabe değişikliği bu ikisinin arasında bir yerlerde yapıldığına göre bu oran muhtemelen çok çok yüzde 15’ti. Demek ki en az yüzde 85 için gündelik hayatta değişen hiçbir şey olmadı ilk anda. O dönemlerde okuma yazma bilen sınırlı sayıdaki kişinin çoğunlukla yabancı dil olarak da dönemin evrensel dili Fransızcayı bildiğini de hesaba katınca, mağdur olanların sayısının zannedilenden çok daha az olduğu ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak bilip bilmeden Osmanlıcayı liselerde mecburi kılmak için “isteseler de istemeseler de” diye başladıkları sözlerini “mezar taşlarımızı okuyamıyoruz” klişesiyle devam ettirenlere iki çift lafım olacak: E zaten dedelerimiz de çoğunlukla okuyamıyorlardı. İkincisi, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz, çünkü mezarların üzerinden duble yol geçiriyorsunuz! Denizli-Çivril duble yolunun yapımı sırasında Çivril’in Yamanlar Mahallesindeki tarihi mezarlığın bir bölümünden yol geçtiğini, mezar taşlarının kırılıp yerlere atıldığını içim acıyarak okudum, dedelerinin kırık mezar taşlarını gören 80 yaşındaki Hüseyin Şahan’ın fotoğrafına bakarken gerçekten canım yandı. Demiştik ya, Osmanlıcayı okusan da anlamak, anlamlandırmak ciddi bir kültür işidir diye; gerçekten okumak istiyorsanız önce biraz kültürünüze sahip çıkacaksınız ve kültürünüze sahip çıkarken de suni siyasi tartışmalar yaratmak yerine somut iş yapacaksınız. Yol yapmak için mezar taşı yıkarsanız, tabii ki okuyacak mezar taşı bulamazsınız. Gelin kabul edin, bu işler “Yol medeniyettir” demekle olmuyor; hele yolu mezarın üstünden geçirince medeniyeti de tarumar etmiş oluyorsunuz!