Karanlıklar ülkesi ve cennetin kapısı

Büyük İskender, Yeruşalayim şehrinden ayrılırken, tavsiyelerini aldığı Yahudi İhtiyar Heyetinin ona verdikleri ve öğrettikleri bilgiler doğrultusunda yeni bir sefere çıkar. Bu mağrur komutan bakalım fetih yollarında nelerle karşılaşır…

Sara YANAROCAK Kavram
14 Ekim 2015 Çarşamba

Büyük İskender  ve  Yahudiler -2

 

İskender büyük bir sefere başlamıştır. Günlerce at üstünde yapılan çok zorlu bir yolculuktan sonra nihayet Karanlıklar Ülkesine varır. Bilge bir adamın tavsiyesine uyarak, Karanlık Dağlara tırmanmak üzere Libya’dan ayrılırken, eşek üzerinde yolculuk yapılmasına karar verir. Çünkü eşeklerin karanlıkta görebilme yetenekleri vardır.

İskender kurduğu eşekli kafilenin yanı sıra çok kalın, ipten yapılmış bir kordon da hazırlatır. Böylece eşeklerin üzerinde oturan askerler, tek elleriyle kordonu tutacak, böylece kafile, Karanlık Dağları tırmanırken birbirlerini kaybetmeyeceklerdir.

Etraflarındaki karanlık ve kesif sessizlik bu savaşçı adamları çok etkiliyor, huşu içinde kalıyorlardı. Eşekler müthiş bir dikkatle, yüksek ağaçların ve çalılıkların arasında, ustalıkla ilerliyorlardı. Bu şekilde günlerce yolculuk ettiler. Artık neredeyse zaman kavramını yitirmişlerdi. Aynı tempoda yemek yiyip, minik uykulara dalıyorlardı. Ama kordonu asla ellerinden bırakmıyorlardı.

Nihayet bir gün, çok aydınlık bir yere vardılar. O denli parlak bir ışık vardı ki, kör olmak işten bile değildi. Çok uzun bir süre sonra gözleri ışığa alıştı ve etraflarını net görmeye başladılar. İşte o zaman çok ilginç bir ülkeye vardıklarını ayrımsadılar. Bu ülkede yalnızca kadınlar yaşıyordu. Ortalıkta, bir tek erkek bile görünmüyordu. Bu kadınların hepsi uzun boylu ve uzun siyah saçlıydı. Deri giysiler giymişlerdi. Yay ve ok dolu sadaklar kuşanmışlardı. İskender yanlarına yaklaşarak:

“Siz kimsiniz?” diye sordu.

“Biz Amazon’uz, yalnız yaşayan, savaşçı ve avcı bir kabileyiz” diye cevap verdiler. İskender:

“Beni kraliçenize götürün. Ona benim, dünyanın fatihi İmparator Büyük İskender olduğumu özellikle vurgulayın” diye azametle emretti. Sonra çenesini yukarı kaldırarak, “Ben karanlıklara bile meydan okurum. Hiç bir şeyden korkmam. Adamlarımın mızrakları ve kılıçları sihirlidir. Hepsi altından yapılmıştır. Bu yüzden de yenilmez bir orduya sahibim” diye övündü. Aniden önünde Amazon Kraliçesi belirdi. Çok uzun boylu olan kraliçe, kuzguni siyah uzun saçları ve iri siyah gözleriyle çok güzel ve etkileyici bir kadındı. Gülümseyerek İskender’e yaklaştı:

“Hoş geldin yaman savaşçı. Yoksa bu zavallı kadını öldürmeye mi geldin?” diyerek müstehzi bir ifade ile Kral’a baktı. İskender çok etkilenmiş bir biçimde, heyecanla, “Belki de siz beni dize getirirsiniz” diye atıldı. Kraliçe yine gülümsedi:

“Bunu söyleyen sizsiniz, demin bütün dünyanın fatihi olduğunuzu söylüyordunuz. Ama belki bir kadın sizi fethedebilir! Bunu mu demek istiyorsunuz? Tarihin sizi böyle yazmasını ister misiniz?”

Büyük İskender, aslında iyi eğitim almış, zeki ve bilgili bir insandı. Ama Kraliçe’nin bu sorusuna verecek bir cevap bulamadı. Başını öne eğerek, bilemiyorum, şeklinde bir jest yaptı. Kraliçe, “Bunu bir barış işareti olarak kabul etmek istiyorum. O vakit hadi benimle çadırıma gelin, size ziyafet vermek isterim” dedi nazikçe. Kraliçe’nin çadırı geniş ve rahattı. İçerisi tamamen hayvan derileri ile döşenmişti. Tam ortada kaba, ağaçtan yapılmış bir büyük masa vardı. Masanın üzerinde som altından yapılmış bir somun ekmek duruyordu. Kral hayretle:

“Siz altın ekmek mi yiyorsunuz?” diye sordu. Kraliçe gülerek, “Kesinlikle hayır. Biz son derece basit zevklere sahip kadınlarız. Ama ya siz? Siz ki dünyanın fatihisiniz, nasıl olur da bizlerinki gibi basit bir yere sahip olan ülkemizi fethetmek isteyebilirsiniz? Eğer siz kendi ülkenizde basit bir ekmekle mutlu olabilseydiniz, dünyayı fethetmenizin bir anlamı olur muydu? O yüzden size altın ekmek ikram ediyorum. Bu kadar zorluk çekmenize değsin diye…” dedi sakince.

İskender yine başını önüne eğdi. Ömründe, kendini hiç bu kadar mahcup hissettiğini hatırlamıyordu. Kendi kendine düşünüyordu:

“Ben Makedonya Kralı Büyük İskender, kendimi ilk defa bu kadar aptal hissediyorum. Karanlık Dağları aşıp, bir kadından bilgelik dersi almaya gelmişim meğerse…”

Askerlerini toplayıp eşeklerine bindiler, Karanlık Dağlardan aşağı inip, Libya’ya geri döndüler. Ama dönüş yolunda, ellerindeki kordon koptuğundan, büyük güçlük ve acılar sonucunda ülkeye ulaşabildiler.

Oraya varınca İskender kendini yeni ve harika bir diyarda buldu. Burada ne insanlar, ne de hayvanlar vardı. Sadece billur gibi parlak suları çağıldayan, bir ırmak biteviye akıyordu. Irmak balıkla kaynıyordu. Askerler keyifle ve kolayca balıkları avlayabiliyordu ama esrarengiz bir şeyle karşı karşıya kaldılar. Balıkları ırmaktan çıkarıp onları kestikten sonra ırmakta kanlarını yıkamak istediklerinde, parçalanmış balıklar hızla tamamlanıp, yüzerek uzaklaşıyorlarmış. İskender önce buna inanmak istememiş. Ama kendi de bir balığı kesip biçip, suya sokup yıkamak istediğinde elindeki balık canlanınca pes etmiş. Adamlarına dönerek, “Hadi, avladığınız bütün balıkları ırmağa geri dökün. Hepsi de yeniden canlansın” demiş.

“Bence bu ırmak ‘Hayat Irmağı’ olmalı. Kesin olarak bu ırmağın esas kaynağı cennet olmalı” diyerek ırmağın yanı sıra ilerlemeye başladı. Böylece hem suyun kaynağına ulaşacak, hem de Cennet’in (Gan Eden) kapısına erişecekti. Suyu takip ederken vadilerin içine daldı. Yol giderek inanılmaz bir biçimde daralmaya başladı. O denli daraldı ki yoldan sadece tek sıra halinde ilerlenebiliyordu. İskender atından indi ve yürüyerek ilerlemeye başladı. Yanına sadece çok güvendiği iki üç adamını almıştı. Etraftaki dağlar zümrüt yeşili sık çimenliklerle kaplıydı. Irmak, az ötelerinde sessizce akıp gidiyordu. Havadaki nefis parfüm rayihaları, adamların başını zevkle döndürüyordu. Çok mutlu hissediyorlardı. Sonunda karşılarına bir dağ çıktı. Dağ taştan bir duvar gibi önlerinde yükseliyordu. Kayaların yarıklarından incecik bir su sızıntısı göze çarpıyordu. Suyun hemen yanında altın bir kapı vardı. Kapı harika işlemelerle bezeliydi. İskender kapının önünde durarak kılıcının kabzası ile kapıyı tıklattı. Kapını ardından yanıt alamayınca giderek daha hızla vurmaya başladı.

Kapı yavaşça aralandı. Aralıktan, bir varlık göründü. Elinde altın bir kurukafa taşıyordu. Kurukafanın iri yakut gözleri vardı. Melek, “Cennetin kapısını böyle kabaca çalan kimdir?” diye sordu. İskender mağrur bir ifade ile, “Ben dünyanın fatihi Büyük İskender’im. Cennete giriş izni almak istiyorum” dedi. Melek, “Yani sen dünyayı fethederek barış getirdiğini mi söylemek istiyorsun?” diye sordu. İskender bu soruya cevap veremedi. Melek, “Cennete canlı olarak, sadece dürüst olanlar ve insanlığa barış getirenler girebilir” dedi. İskender başını öne eğdi ve yüzü asıldı. Son derece kırık ve duygusal bir tonla, bu ziyaretinin anısı olarak, kendisine bir şey verilmesini istedi. Melek elindeki altın kurukafayı İskender’e verirken, “Bunu al ve bunun ne anlama geldiğini iyice düşün, bu konuda kafanı yor” diyerek gözden kayboldu ve ardından altın kapı kapandı. Geriye dönerken kurukafayı elinde tutan İskender kafanın ağırlığı altında ezilmek üzereydi. Kafa o kadar ağırdı ki üç kişi onu zorlukla taşıdılar. Bu kurukafa tek başına İskender’in bütün hazinesinden daha ağırdı. En tecrübeli komutanlar bile bunun nedenini çözemediler. Askerlerin arasında Yeruşalayim’den orduya katılmış Yahudi bir genç vardı. Bu asker daha önce Rabilerden Tora ve bilgelik dersleri almıştı. Bu gizemin cevabını yalnız o bilebilirdi. Yahudi asker kurukafayı eline aldı, yakuttan gözlerini çıkardı ve içine bir avuç toprak doldurdu. Kurukafa bir anda havadan daha hafif oldu. Asker sonra İskender’e dönerek, “Bunun çok yalın ve basit bir açıklaması var, bir insan toprağa gitmeden önce, eğer gözü doyarsa, öldükten sonra cennete gitmeyi umut edebilir” dedi. İskender, son derece tedirgin olmuştu, bu garip yeri terk etmek için bir an önce yola çıkma telaşındaydı. Bazı askerleri ‘Yaşam Irmağı’nın yanında kalmak istiyorlardı. Fakat ertesi sabah uyanıp baktıklarında ırmağın yok olduğunu gördüler. Etrafta sadece yemyeşil yüce dağlar, pamuk beyazlığında beyaz bulutlarla masmavi bir gökyüzü vardı.

İskender ve ordusu tedirgin ve ağır yüreklerle, geriye dönüş yoluna doğru ilerlemeye başladılar.

Kaynak: Aunt Naomi’s Stories: Gertrude Landau/ 1919

                                                                                          Devamı haftaya…