Yüzün kızarmıyor mu hiç?

Mois GABAY Köşe Yazısı
14 Ekim 2015 Çarşamba

Ne zaman bu kadar kötü olduk? Amacı sadece barış olan, katledilmiş onlarca canın ardından ‘siyasi görüşlerini’ değerlendirebilecek kadar ne zaman vicdanımızı kaybettik? Umudun tükendiği, kimsenin “Her şey iyi olacak” diyemediği bir noktaya mı geldik sizce? Yaşadığımız her toplumsal acıdan sonra “Bu da geçer” deyip, kendi ufak gettolarımızda, günlük hayatın sözde dertleriyle boğuşmak mı bu kadar duygusuzlaştırdı bizi? Boşuna kendimizi yormayalım. Ölenlere başsağlığı dilerken bile “Kimi destekliyorlar” sorusunu soracak kadar gözlerimiz kararmış, insanlığımızın seviyesi üç aşağı beş yukarı ne olacağı belli olan bir seçime indirgenmiş. “Ben onların arasında değilim” diye avunmayalım. Kendi mahallemizden birinin canı yanınca ortalığı kasıp kavuran, pek hazzetmediklerimiz zarar gördüğünde ise üç maymunu oynayan yetenekli insanlar dolu etrafımızda. Sizleri bilmem ama benim yüzüm kızardı, yaşananlardan suçluluk hissediyorum.

Cumartesi sabahı saat 11.00. Arayan annem, heyecanla telefonda, “Oğlum iyi misin? Ankara’da büyük patlama olmuş, aman toplu taşımaya binme, kalabalık yerlerden uzak dur. Ha bu arada, lütfen bu hafta yazarken daha dikkatli ol” diyor. İçim yanıyor, ölen bizleriz, umutlarımız, bu ülkede ümit ettiğimiz geleceğimiz. Ne sık bu konuşmaları yapar olduk. İlk hatırladığım 2003’te sinagoglarımız bombalandığındaydı. Şimdilerde ise neredeyse her gün konuştuğumuzda aynı nasihatleri dinliyorum. Son zamanlarda hangimiz kendini güvende hissediyor? Biz demokrasi ve barıştan ne kadar uzaklaştıksa, terör ve acılar o kadar yakamıza yapıştı. Ama dedim ya, hepimiz suçluyuz. Meydanlarda, televizyon ekranlarında, gazetelerde sırf kendi gibi düşünmeyenleri açık açık tehdit edenleri, suçsuz yere hüküm giyenleri, ne okuyacağımızdan ne giyeceğimize kadar bizi gözetleyenleri normal göre göre bu hale geldik. Acı haberi duyduğumuzdan beri hayat durmuş, güvenli evlerimizde, huzur dolu sofralarımızda değiliz artık. Hava kurşun gibi ağır!

Hele bir bakın etrafınıza. Yasemin Devrimi’nde özgürlüğü bizden örnek alan Tunus, istikrarı çoktan başarmış. Ülkede yaratılan kutuplaşma ve gerginlik sonrası seçimlerin adil koşullarda yapılmasını, teröre karşı birliği sağlayan ‘Ulusal Diyalog Dörtlüsü’ Nobel Barış Ödülüne layık görülmüş. Peki ya canım ülkem? Nobel kazanan profesörümüzün soyunu sopunu, siyasi görüşünü tartışacak kadar art niyetli olmak neden? Usta tiyatrocumuzun ölüm haberini ‘Alkolik’ sıfatı ile verirken, toplumu “Nişantaşılı, Etilerli Beyaz Türkler” diye bölerken yüzünüz hiç kızarmıyor mu? İçinizde bir nebze vicdan kaldıysa eğer, yüzümüz kızarmalı utançtan! Halay çeken gencecik üniversite öğrencilerinin, barış için bayrağı eline almış anne babaların, koruyamadığımız herkesin ekranlarda katledilişini izlerken... Dileğim, bu acılar içinde büyüyenler devletine düşman olup bunu yaşam gerekçeleri saymasınlar. Sarılsınlar dört elle barışa, bizi öldürenlere inat, demokrasi ve özgürlüğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var bugün. Barışa hasret yüreklerimiz sizinle atsın. Boşuna ölmüş olmasın onlarca can, ses verelim, haykıralım hep birlikte. Yaşanan onca acı, bugün bizim değiştiremediğimiz bir anlayışın sonlanmasına vesile olsun.

Hava toprak gibi gebe. Hava kurşun gibi ağır! Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum... O diyor ki bana: “Sen kendi sesinle kül olursun ey! “Kerem gibi yana yana…” Dert çok, hem dert yok. Yüreklerin kulakları sağır... Hava kurşun gibi ağır... Ben diyorum ki ona,  “Kül olayım Kerem gibi yana yana. “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”

Not: 29 Temmuz tarihli ‘Coğrafya bir kader midir?’ başlıklı yazımda Neden Nobel ödüllü bir Musevi Liseli kardeşimiz olmasın diye temenni etniştim. Aramızdan bir genç, Yossi Kohen Kutucu, bu dileğimin ilk ayağını gerçekleştirdi. Tebrikler Yossi ve değerli hocalarımız! Daha nice UOML öğrencisinin başarılarını gururla okumak dileğiyle!