Akyarlar sahilindeki küçük oğlanın düşündürdükleri

Sibel CUNİMAN PİNTO Köşe Yazısı
17 Eylül 2015 Perşembe

Akyarlar sahilinde yüzükoyun uzanmış üç yaşındaki Kobanili küçük Aylan Kurdi’nin cansız bedeni Avrupalıların vicdanını esir alırken hem sorumluluklarıyla yüzleşmeye çağrı yaptı hem de eksiklerini yüzlerine vurdu. Konunun insani boyutunun devasa ağırlığı altında ezilmişken ‘Avrupa’nın mülteci yükünü üstlenebilecek altyapısı mevcut mudur’ sorusu ne kadar doğrudur? Doğru değildir, etik değildir, insani değildir ama gerçektir.

Aylan kısacık yaşamında sadece kaos, savaş ve ölüm görmüştü. Bombasız bir hayat için, yıkılmamış, yanmamış bir ev için, okula gidebilmek için, daha iyi bir gelecek için ailesiyle yola çıkmış, yolda abisi ve annesiyle can vermişti. Birkaç saat içinde binlerce mültecinin sembolü olmuştu. Asrımızın en büyük insanlik trajedilerinden birinin aktörüydü Aylan ve o fotografla yasadışı göç dramının dünya haber manşeti olmuştu.

Peki, binlerce Iraklı, Suriyeli, Afgan mülteci niye Avrupa’nın kapısını çalıyor? Avrupa Birliğine göre mafya bu insanları boş umutlarla kandırmakta ve tehlikeli yolculuklara teşvik etmekte. Oysa bu binlerce kadın, erkek, çocuk dağlar, denizler, ormanlar, bombalar, yangınlar, engeller aşıyor ve Avrupa kapısında kuyruklar oluşturuyor. Minik Aylan’ın kaderinden kaçabilenler kendilerini şanslı sayıyor. 

Avrupa Birliğine ulaşan göçmen sayısı bu yıl geçen yıla göre üç kat arttı. Araştırmacı François Gemenne’e göre “Yaşananlar hem Avrupa projesi hem Avrupa ideali için büyük bir utanç; mülteci ve göçmen konularında bir Avrupa politikası olmamasının sonucu. Onurlu ve insani bir politika formüle edilememesinin, merkezi bir uyum yasası çerçevesinde Avrupa ülkelerinin anlaşamamasının acı sonu. Bu kriz bir göçmen krizi değil, bir Avrupa krizidir.”

Son dönemde ekonomik krizden çıkma trendine girmiş Fransa’da mültecilerin iltica işlemleri kesinleşene dek, ortalama bir yıl, aylık maddi yardım, sağlık harcamaları, kalacak yer, çocukların okul masrafları üstüste konulduğunda devlete maliyeti oldukça yüksek. Senaryo hemen hemen her Avrupa ülkesinde benzer. Peki Avrupa üzerine düşeni yapıyor mu? Hayır. Bugüne dek öncelikle yasadışı göçle mücadeleyi finanse etmekle uğraştılar. Son 15 yılda Brüksel, yıllık 142 milyar bütçesinin yüzde 1’ini bile bu drama ayırmadı. Son haftalarda Merkel, Hollande ve diğerleri ülkeler arasında paylaşımın daha adil olması için kotalardan bahsetmekte ama yeni bir politika üretmemekte. 14 Eylül’de yapılacak AB toplantısından elle tutulur bir çözüm programı çıkar mı merakla bekleniyor.

Üstelik Avrupa’nın kimi ülkelerinde devletlerin yabancı düşmanlığı ayan beyan ortaya çıkmakta. Sorumlu politikacılarin yanı sıra kimi ‘küçük’ politik şahsiyetler bu ağır kriz karşısında bile popülist yaklaşımlarından vazgeçmemekte, bu problemle ilgili verdikleri beyanlarla ırkçılık dalgasını körüklemekte. Bir kısım medya kanalıyla da korkunun daha da pompalandığı izlenmekte. “Dünyanin tüm sefaletini ülkemize buyur edemeyiz” sloganları medyada döne döne karşımıza çıkmakta. Ülkesine sadece Hıristiyan mültecileri kabul edeceğini söyleyen Slovakya Başbakanı’nın sözlerine kulak kabartmak yeterli aslında. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Fransa’nın her ay bin mülteciden iki yıl içinde toplam 24 bin mülteciyi ülkeye kabul edeceğini açıklamasından sonra toplum ikiye bölündü. Eski Cumhurbaşkanı Sarkozy savaştan kaçanların savaş bitiminde ülkelerine geri dönmeleri şartıyla kabul edilmesini önerdi. Kimi belediye başkanları bütçeleri olmadığını, kimileri de sadece Hıristiyan mültecileri şehirlerine kabul edeceklerini beyan ettiler. “Potansiyel tehlike olabilecek insanları topraklarımızda istemiyoruz. Cihatçı varlığı tehlikesini önlemek için mültecilerin dinleri bizim için güvencedir” diyenler oldu. Milliyetçi cepheye ait belediyeler de ‘herhangi bir yasadışı göçmene ev sahipliği yapmayacaklarının’ altını çizdiler. Başbakan Valls bu söylemlere sert tepki göstererek “Sığınma hakkı evrenseldir. Dinine göre mülteci seçilmez” dedi demesine ama kazan kaynamaya devam ediyor.

Ülkelerinden kaçmak zorunda kalan bu insanların şu anda korunmaya, fırsat verilmeye ve hayatlarını tekrar inşa etmeye ihtiyaçları var. Kaçtıkları cehennemi yaşamayanların uzaktan hayal etmesi bile mümkün değil. Üstelik mülteci kabulü iyi yönetilir ve doğru yönlendirilirse geldikleri ülkeye entegre olmaları, sosyal hayata ve ekonomiye katkıda bulunmaları sağlanabilir. Herşey karanlık değil. Olmamalı da. Fransa’da birçok başarılı entegrasyon örneği mevcut.

Tabii göçmene sadece hoşgeldin demek yetmiyor. Bu insanları karşılamak için bir bütçe, bir gelecek oluşturmak için düzgün bir altyapı lazım. Bugün kimi çok adaletsiz, kimi çok uzun 28 farklı uygulama olan Avrupa’da 20 yıldır yapılamayan gerçek yapısal bir Avrupa göç politikasının, ortak bir mülteci politikasının zamanı geldi de geçiyor artık. Avrupa Komisyonuna bağlı merkezi bir organ çalışmaları düşünülmeli, özellikle insan gücüne ihtiyacı olan ülkelerde imkanlar daha iyi değerlendirilmeli.

PTB (Parti du Travail de Belgique) Direktörü David Pestieau ise olaya farklı yaklaşmakta: “Bizim başlatmaya veya büyütmeye yardımcı olduğumuz savaşların yan sonuçlarıdır bugün gözümüzün önündeki bu mülteci krizi. Bu insanlar bizim savaşlarımızın gecikmeli aynalarıdır. Dış politikalarımızı acilen yeniden gözden geçirmeliyiz. Bölgeye gönderilen tüm silahların ihracatı durdurulmalı. Bugün yapmamız gereken bölgede barış ve istikrarı sağlamaktır ki Aylan’lar ölmesin, insanlar yurtlarını terketmesin.”

Paris Belediyesi de son üç ayda 1.450 kişinin karşılanması, barınması ve sağlık kontrollerinden geçirilmesi için kolları sıvadı. Fransızlarda hayran olduğum özellik hemen sivil toplum kuruluşları sorunları sahipleniyor. Kurulan ‘jemengage.paris’ derneği sayesinde gönüllüler malzeme toplama ve dağıtmaya, hukuki danışmanlık yapmaya, mültecilere fransızca öğretmeye, idari işlerde tercüme yapmaya, lojistik destek vermeye, sosyal, kültürel ve sportif inisyatifler almaya başladılar bile…

500 milyon Avrupalının bu yıl gelebilecek 500 bin mülteciyi entegre etmesi o kadar imkansız mı? Acilen gerçekçi projeler üretilemez mi? İnsan nerede doğarsa doğsun yaşam hakkına sahip olmalı. Büyüme, okuma, çalışma, sevme, sevilme, insan gibi yaşama hakkı… Aylan Kurdi ve daha binlercesinin maalesef bu hakkı olmadı. Ya diğerlerinin?