ÇELİŞKİLERİN KUŞAĞI - Asimilasyon ile kimliklenme arasında Türkiye’de Yahudi gençliği

Bu yazı, 2013 basımı ‘Gençlik Halleri: 2000’li Yıllar Türkiye’sinde Genç Olmak’ adlı derleme kitapta yayınlanan ‘Asimilasyon ile Kimliklenme Arasında bir Kuşak: Yahudi Gençlerinin Kimlik Stratejileri’ başlıklı, 2012 yılında Türkiye’de Yahudi gençleri üzerine gerçekleştirdiğim saha araştırmasının sonuçlarıyla oluşturduğum makaleme dayanıyor. Görüşmeci gençler, hem Türkiye’de 1990’lı yılların başında oluşan Yahudi cemaatinin dışa açılma stratejisi döneminde doğan hem de 2003 sinagog saldırılarını ve bu süreçle birlikte artmaya başlayan antisemitizmi çocukluk ya da ilk gençliklerinde yaşayanlar. Bu gençlerin kuşak olarak ayırıcı özellikleri, Yahudi olma ile Yahudiliği yitirme kaygısını eşzamanlı olarak yaşamalarıdır.

Perspektif
22 Temmuz 2015 Çarşamba

Süheyla Yıldız

 

Karl Mannheim, gerçek bir kuşaksal topluluk oluşturmak için somut bir bağın gerekliliğinden söz eder. Söz konusu bağ; ortak toplumsal koşulları ve sorunları paylaşmaktan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, 500. Yıl Vakfı’nın faaliyetleriyle somutlaşan dışa açılma stratejisi döneminde doğan ve 2003 saldırılarından etkilenen Yahudi gençliğinin bir kuşak oluşturduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu kuşak, dışa açılmayla içe kapanmayı birlikte yaşayan bir ‘çelişkiler kuşağı’ olarak görülebilir. Burada ‘çelişkiler’, gençlerin tutumuna değil, yaşadıkları koşullara işaret etmektedir.

Yahudiler, Cumhuriyet tarihi boyunca hem entegrasyonu sağlamak hem de cemaat kimliğini korumak, kimliklerinden dolayı dışlanmamak için içe kapanmakla dışa açılmak arasında gidip gelen stratejiler geliştirdiler. Biz buna kimlik stratejileri diyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1942’deki Varlık Vergisi’ne kadar heyecanla sürdürdükleri Türkleşme gayretlerinin sonucunda, devlet ve toplum tarafından ‘Türk’ olarak görülmemek ve bunun bir sonucu olarak kimi yurttaşlık haklarından mahrum kalmak, Cumhuriyet’in ilk kuşaklarını yarım yüzyıl boyunca içe kapanmaya itti. Ancak, bu stratejinin de, amacın aksine, önyargıları arttırmasından ötürü bu kez, dışa açılma ve cemaati topluma tanıtma stratejisi benimsendi. 1989 yılında 500. Yıl Vakfı’nın kurulmasından beri açıkça egemen olan bu stratejidir. Yahudi gençleri, bu dönemin, yani dışa açılarak cemaati tanıtıp kimliği koruyarak entegre olma çabası döneminin gençleridir.    

Ancak, kimliklenme açısından son derece olumlu olan bu dışa açılma süreciyle birlikte özellikle 2003 saldırılarının ve süregelen antisemitizmin neden olduğu toplumsal travmanın da bu kuşak üzerindeki etkisi gözden kaçırılmamalı. Öyle ki, 2003 saldırıları geçmişi yeniden hatırlattı, dışa açılma politikasını yeniden şekillendirdi ve daha temkinli yaşamalarına neden oldu. Ancak, gençler eski kuşaklardan farklı olarak Yahudi kimliklerini kaybetmekten de korkuyorlar.

Öte yandan, ele aldığımız gençlik grubu, günümüz Türkiye gençliğinin içinde değerlendirilmeli. Yahudi gençleri, içinde farklı gençlikleri barındıran bir toplumsal grubun, sosyolog Demet Lüküslü’nün deyimiyle “Ne kayıp bir kuşak ne de ülkenin aydınlık geleceği” olan 2000’li yıllar Türkiye gençliğinin bir parçasıdır. Ancak, Yahudi gençliği, içinde bulunduğu cemaatin kültürel aktarımıyla biçimlenmiş cemaatsel kimlik stratejisini sürdüren ve 2003 travmasından önemli ölçüde etkilenmiş olduğundan kendine özgü nitelikleri olan bir cemaat-kuşak grubu da oluşturuyor.

2003’teki saldırılar, Yahudilerin kolektif hafızasında geçmişi anımsatan yeni bir travma oluşturdu ve günümüz Yahudi gençlerinin kimlik stratejilerine yön verdi. Dolayısıyla, gençler, bir yandan geçmişteki gibi görünmez olma tutumu sergilerken bir yandan da başka grupların, özellikle Ermenilerin, kimlik hareketlerinden etkilenerek cemaat kimliğinin korunması kaygısını da taşıyorlar. Bu bağlamda ‘Türkiye’de Yahudi genci olmayı’ üç bölümde, ‘Yahudilik algısı’, ‘Türklük algısı’ ve ‘Travma etkisi’ üzerinden özetlemeye çalışacağım.

 

1) YAHUDİ GENÇLERİN YAHUDİLİK ALGISI

Gençlere göre, Yahudi kimliği hem aşınma hem de ‘saldırı tehdidi’ altında. Yahudi kimliğinin korunması gerektiğini düşünen gençler, bu bağlamda eski kuşaklarla birleşmekteler. Gençler, Yahudilerin yüzyıllardır konuştukları dil olan Ladino’nun Cumhuriyet’in Türkleştirme politikaları nedeniyle kendi kuşaklarında konuşulamadığını ve dolayısıyla yok olmakta olduğunu, kültür ve dinin ise gerilediğini düşünmekteler.

Günümüz Yahudi gençlerinin dili artık sadece Türkçedir. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de Yahudi kimliği, Ladino dili üzerinde yükselememekte. Ancak bu durum, gençlerin Ladino’yu önemsemedikleri anlamına gelmiyor. Onlar, Ladino’nun kaybolduğunun farkındalar ve bu nedenle asimilasyonun önüne geçilmesi için dine dayalı kültürün daha çok önem kazandığını düşünmekteler. Kanımca, gençlerin dine yaptıkları vurgu, dindarlaşmaktan çok, dilin kaybolmasıyla birlikte kültürün din aracılığıyla yeniden üretiminin daha da önem kazandığını düşünmelerinden kaynaklanıyor.

Görüşmecilerimden Ceki’nin sözleri, Türkiye’de Yahudi kimliğinin kaybolmakta olduğunu ve özellikle dine dayanarak korunması gerektiğini düşünen Yahudi gençlerinin düşüncelerinin açıklayıcı bir özeti:

“Musevi kimliği zamanla %100 değişmiştir diye düşünüyorum. Milletin bazı şeylerle ilgilenmesi daha da azaldı. Türkiye’deki Musevi kimliği kayboluyor. Eskisi gibi hard core [katı, değişmez] değil. (…) Dil, din, kültür kesinlikle öğrenilmesi gereken bir şey. Azınlık olan kişilerin kesinlikle bunlarla ayakta kalabileceğini düşünüyorum. Dil, yok denecek kadar, kültür ve din de giderek azalıyor.” (Ceki, erkek, 28, yatırım danışmanı)

Cumhuriyet’in Türkleştirme politikalarının, Yahudilerin Türkleşme gayretine ivme kazandırdığını ve bundan dolayı Yahudi kimliğinin kaybolduğunu düşünen Selim, kimliğin kayboluş serüvenini şöyle açıklıyor:

“[Musevi kimliği] zamanla değişmiştir. Cumhuriyet’e kadar Yahudiler, çok daha fazla Yahudi kimlikleri ile yaşayan toplumlardı. Gettolar halinde yine ama Osmanlı bünyesinde çok fazla gerçekten o dili konuşan ve gerçekten çok yoğun bir Yahudi yaşantısı vardı. Cumhuriyet döneminde bu ‘Türkçe Konuş Kampanyalarıyla’ da hepsi Türkçe konuşmaya başladılar. Türkçe konuşmaya başlayınca artık kendi lisanlarını, Ladino konuşmayı ‘basse classe’ [altsınıf] olarak değerlendirdiler. Dolayısıyla Musevi kimliği dile, dine, kültüre dayanırken günümüzde dile dayanmıyor Dilimiz Türkçe, benim başka dilim yok. Ne Ladino konuşuyorum ne İbranice konuşuyorum. Din ve kültüre dayanıyor benim Musevi kimliğim.” (Selim, erkek, 27, özel sektörde çalışıyor)

Bir genç kadın görüşmecim de kimliği korumada ritüellerin ve cemaat yaşamının önemini şöyle dile getiriyor:

“Nedir bizi bağlayan? Kültür işte. Aynı şekilde büyütülmemiz, bizim için cuma evde aileyle yemek önemlidir. Hâlâ bir Yahudi ile evlenmek isteriz ne olursa olsun… Tabii ki de açığız, kimsenin kötü insan olduğundan değil de kültür benzeşmesi olsun diye… Benim de açıkçası tercihim bir Yahudi ile evlenmektir. Hayatımın aşkı Hıristiyan veya Budist olsa önemli değil ama ilk tercihim Yahudi olmasıdır. Onun dışında, adaya gelmemiz bile bir ortak şey, hepimiz adalıyız, çocukluğumuzdan beri beraberiz zaten, beraber büyüdük, bizi birleştiren bu işte.” (Romina, kadın, 23, üniversite öğrencisi)

Saha araştırmamdan çıkan sonuçlardan hareketle söyleyebilirim ki; günümüz Yahudi gençlerinin Musevi kimliği, çoğunlukla din kaynaklı bir kültüre dayanıyor. Dolayısıyla bugün kendilerini birleştirici unsurun [ritüellere dayalı] kültür olduğunu ve bunun da aslında dinin öğelerinden beslendiğini belirtiyorlar. Artık Ladino konuşamadığını belirten Erol’un sözleri de, dinin önemine vurgu yaparak kastedilen anlamda kültürün ne olduğu konusunda bize net bir fikir vermekte:

“Dil (Ladino), bir ayrıştırıcı unsur diyemeyiz. Din, bugün toplum içinde Musevi kimliğini ayrıştıran unsur. Her ne kadar, Musevi cemaati belli bir açılımı sağlamış, kendini sıkı sıkıya kapattığı o duvarları yıkmış olsa da, din hâlâ onu ayrı bir kimlik olarak muhafaza eden şey bana göre. Buradaki arkadaşlarım, dini açıdan çok dindar olmasak da, dinin gerektirdiği birçok şeyi farkında olarak veya olmayaraktan uygulamaya devam ediyoruz. Toplum hayatı dinin gerektirdikleri ile kesişiyor. Nedir o dinin gerektirdiği? Mesela, bir sinagogda evlenmek çok çekici bir şey hâlâ. Eskiden toplum dışından biriyle evlenmek kabul edilmez bir şey iken, bugün çok daha açık bir şey ama o sinagogda evlenme olayı insanlar için hâlâ idealize edilmiş bir resim aslında. Bayramlar, bir Hamursuz Bayramı olduğu zaman ilk iki günü herkes muhakkak, gençler de dâhil, ailesiyledir. Oruç günümüz, Yom Kipur dediğimiz af gününde, o gün oruç tutmayan insan hâlâ garipsenir. O günün bitmesine yakın herkesin sinagogda toplanması beklenir. Onun dışında, sünnet gibi organizasyonlar, cuma akşamları, çok fazla olmamakla birlikte ara ara cumartesi sinagoga katılım beklenir.  Ben de cumartesi sabahları gitmeye çalışıyorum. Onun dışında belli şeylere dikkat etmeye çalışıyorum, her şeyiyle değil yani.” (Erol, 28, erkek, iş adamı)

Genç Yahudiler, kimliklerini eski kuşaklara göre daha fazla Türklük temelinde inşa etmekteler ve daha fazla asimile olduklarını düşünüyorlar. Dolayısıyla, Türkleşme gayretinden çok Yahudi kimliklerini koruma kaygısındalar:

“Annemle anneannem arasındaki fark, benimle annem arasındaki farktan az. Anneannemin Yahudi kimliği çok daha öndedir. Bende öyle değil, bende Türk ve Yahudi kimlikleri aynı. Anneannem Çanakkale’den kovulmuş, kocasının bütün ailesi Aşkale’de çalıştırılmış, babasının arsaları ellerinden alınmış. Bunları yaşamış bir insanın Türk kimliğine bakış açısı çok farklı olur. Benim Türk kimliğim ona nazaran çok daha kuvvetli. Annem Ladino bilir, anneannem biliyor. Ama ben bilmiyorum. Annem bize öğretmedi.” (Lisya, kadın, 24, staj yapıyor-çalışıyor)

 

2) KİMLİK OLARAK TÜRKLÜK, ‘TEHDİT’ OLARAK TÜRKLÜK

Gençler, hem Türklüğü bir kimlik olarak taşırken aynı zamanda da ‘tehdit’ olarak algılamaktalar. Kimlik oluşumlarının temelini oluşturan kültürel sermayenin korunmasını talep ederken bir yandan da Türklüğe vurgu yapıyorlar. Bu durum, eski kuşakların Türklüğe bağlı kimlik ifadeleriyle bir süreklilik göstermekte. Bu konuda Lisya ve Vivet şöyle diyor:

“Kendimi hep Türk Musevi’si hissediyorum. Benim Türk kimliğim de çok baskın. Yahudilik bir ırktır, Musevi olmak bir dindir. Kendimi ciddi Türk hissediyorum. Burada doğmuş biri olarak, yurt dışında Türk kimliğime hakaret edildiği zaman da sinirleniyorum, gazetede Yahudiliğe karşı hakaretler olduğunda da sinirleniyorum. Ama bu çift kimliklik insanı karmaşaya sürüklüyor.” (Lisya)

“Musevilik, Yahudilik dindir, ben Türküm.  Musevi’yim ve Türküm yani. Ama tabi biri bana sorduğunda ‘Aaa ismin neden Vivet?’ falan, demek zorunda kalıyorsun, ama demek zorunda kalmasam, bir şey açıklamak zorunda kalmasam ‘I am Turkish’ [Ben Türküm] yani.” (Vivet, kadın, 28, editör-çevirmen)

Genç Yahudiler, Türklüklerinden, yani topluma entegrasyonlarından son derece eminler ancak Yahudi gençleri, toplum ve devlet tarafından hâlâ ‘Türk’ veya eşit yurttaş olarak algılanmamaktan rahatsızlık duyuyorlar. Bunu da esas olarak, çoğunluğun onları hâlâ toplumun bir parçası olarak görmemesine ve cemaatin kendini korku temelli soyutlama çabalarından dolayı entegrasyonun tam olarak gerçekleşememiş olmasına bağlıyorlar. Aynı zamanda, kimliklerini açıkça ifade edememekten ve önyargılardan şikâyetçiler ve bu bağlamda kimliklerini her yerde ifşa etmemeye dayanan bir kimlik stratejisi uyguladıklarını ifade ediyorlar. Lisya ve Romina gençlerde hâkim olan kaygılı olma halini şöyle açıklıyor:

“[Yahudileri] Türk toplumunun hem içinde hem dışında görüyorum. Kendileri de bazen dışlıyorlar kendilerini, dışarıdan bir etkenle de dışlanıyorlar. Dolayısıyla, toplumun içinde tam olarak göremiyorum. Ben hiçbir zaman kendi kimliğimi sokakta söylemekten çekinmiyorum ama etrafımdaki bir sürü insan o kimliğini söyleyemiyor. Eğer Davut yıldızlı kolye taktıysa saklıyor ya da ismi benim gibi Yahudi ismiyse söylemiyor. O yüzden, bütün bu unsurlardan dolayı birazcık dışında görüyorum, tam içinde değil. Ama kendi adıma her zaman toplumun bir parçası olduğumu düşünüyorum. Kendimi gayet Türk hissediyorum. Musevilik benim dinim, böyle görüyorum. Toplumda azınlık olmanın verdiği dine bağlılık hissediyorum.” (Lisya)

“Yahudi kimliğim nedeniyle ayrımcılığa uğradığımı düşündüm. Evet. Kimliğimin arkasında Musevi yazmasından dolayı. Tabiî ki de sildirebilirim beş lira verip, bir şey değil ama bunun kimliğimde yazması çok abartı ve gerçekten bir devlet kurumuna gittiğimde arka yüzünü, Musevi yazan kısmını göstermek istemiyorum. Çünkü farklı muamele olduğuna inanıyorum, çünkü bu toplumda Musevileri tanımayan, Yahudiyle hayatında temasa geçmemiş insanlar var. (…) 500 senden beri burada olmamıza rağmen, daha bile fazla, hâlâ bir Türk sayılmamamız bazen beni çok üzüyor. O yüzden aslında belki de herkes gibi toplumun içinde olmamız gerekirken, belki de dışında kalıyoruz diye düşünüyorum.” (Romina)

Ancak, bir yandan da Türkleşmeyle birlikte cemaat kimliğinin aşınmasından şikâyetçiler. Yakup da diğer gençler gibi kimliğin kaybolmakta olduğu düşüncesiyle Musevi cemaatinin geleceğinden endişeli:

“Tahminen 20-30 sene sonra Türkiye’de Yahudi kalmaz. Çünkü asimile olacak. Mix Mariage [karma evlilik] denilen şey. Şu anda kimliğinde Yahudi olup, hiç bir şeyle ilgilenmeyen insanlar var. Modernleşme sürecinde değişti tabi. Toplumun asimile olduğuna inanıyorum. Dine verilen önem azaldığı için toplum asimile oluyor. Maalesef asimile olmuş. ‘Maalesef’ çünkü ben kimliğimi isterdim.” (Yakup, erkek, 31, iş adamı)

Vivet ise, Türkiye Yahudilerini diğer gayrimüslim topluluklardan farklılaştırıyor:

“Musevilerin bazı değişik tarafları var. Onlar çok çekmiş ve birçok kötü yoldan geçmiş bir toplum. Diğerlerinden fark ise bana göre, Museviler sanki buraya daha çok ait hissediyorlarmış gibi geliyor.” (Vivet)

 

3) TRAVMAYLA KİMLİK KURMAK

Kuşakları en çok birleştiren unsur, travmayla kimlik kurmak ve antisemit tehdit algısıdır. Yeni kuşağın daha eğitimli, dünyaya açık, topluma ve küresel ağlara entegre olmasına karşın, özellikle 2003 saldırıları ve son yıllarda artan Yahudi karşıtı söylem ve saldırılar bu sonuca yol açmakta. Dolayısıyla bu durum, bir yandan Yahudi kimliğinin farklılığının anlaşılması ve bunun savunulması için tedbirlerin düşünülmesi gerekliliğini doğururken öte yandan da tehlikeli durum ve ortamlarda kimliğin gizlenmesine dayanan bir kimlik stratejisinin oluşturulmasını gerektiriyor. Bu bağlamda, Yahudi gençlerinin, kimlik stratejilerinin temelini oluşturan kimliğin dışavurumu ile kimliğin gizlenmesini eşzamanlı olarak uyguladıklarını söyleyebiliyoruz.

Gençlerin, toplumsal ortamların bu baskının gerçekleşip geçekleşmeyeceği hususunda belirleyiciliğinin farkında olmaları, cemaat mensuplarını steril ve dar çevrelere hapsetti. Steril ortamlarda doğal olmayan bir durumu yaşadıkları, dışarıda ise her şeyin farklı olduğu algısı nedeniyle gençlerde, hem toplumdan hem de siyasi merkezden duyulan kaygının etkisini görmek mümkün. Vivet, steril ortamlar ve dışarısının çelişkilerini şöyle yorumluyor:

“Bugüne kadar pek kötü niyetle karşılaşmadım. Ama bu, belki benim girdiğim ortamlardan da kaynaklanıyor. Hep özel okulda okudum. Sınıfta 40 kişi vardı. 10 tanesi Musevi’ydi. O nedenle azınlık olduğumu hissetmedim. Çalıştığım yerler daha bir entelektüel yerlerdi belki… Onun için pek öyle bir şeyle karşılaşmadım ama şu an böyle şeylerin arttığını bir şekilde görüyorum. Mesela, internetteki gazete haberlerinin altına yapılan yorumlardan da bunu biraz hissedebiliyorum. Son yıllarda antisemitizmin daha da arttığını görüyorum.” (Vivet)

İsrail’in politikalarının, Türkiye’deki Musevilere de bakışı olumsuz yönde etkilediği ve antisemitizmin yükseldiği düşüncesi de sıkça dile getirildi. Gençlere göre bu durum, onları diğer kuşaklardan daha şanssız kılıyor. Ceki, bu konuda kuşağının umutsuzluğunu şu sözlerle belirtiyor:

“Eskiden çok daha rahattık. Şimdi, bu dış dünyadaki konjonktürden dolayı buradaki insanlar biraz daha tepkili. Bizi de sanki İsrail’in bir kolu gibi görüyorlar. Ama öyle değil yani. Onlar Filistin’e bir şey yapınca, sanki biz de onları desteklermişiz gibi oluyor ama öyle bir bütünlük yok yani. Ama tepki görüyorsun dolayısıyla. O yüzden, genel konjonktürden dolayı bir şanssızlık var.” (Ceki)

Dışlanma duygusuna sahip olmadığını ifade eden gençler dahi, dışlanmanın olmadığını söylemedikleri gibi, bilinçli olarak kimliği her yerde ifşa etmemeye dayanan bir kimlik stratejisi uyguladıklarını ifade ediyorlar. Erol’un sözleri bu konuda açıklayıcı:

“Dışlandığımı düşünmüyorum açıkçası. Hiç dışlandığıma dair bir hikâye yaşamadım. Okulda, lisede falan böyle bir durum olmadı. Askerlikte de böyle bir baskı gördüğümü söyleyemem. Ama genel anlamda böyle bir baskı var. Nasıl bir baskı var? Toplum bir şekilde o baskıyı oluşturuyor. İletişim yoluyla, yaşadığınız şeyler yoluyla vs. Baskı yoktur diyen yalan söyler bana göre. Yakın çevrenizi bu baskıyı görmeyeceğiniz kişilerden yaptığınız için, bu baskıyı yakın çevrenizde hissetmiyorsunuz ama böyle bir baskı var. İşte, kimliğini her yerde öyle açık şekilde söylemezsiniz bir kere, askerde de böyle bir şey söylemezsiniz. (…) Bilhassa politik olarak İsrail’le işler gerginleştiği zaman saklama ihtiyacı hissedersiniz, çünkü oklar sizin üzerinize yönelebilir kuşkusuyla. Bununla birlikte, zamanla bu baskının bir şekilde arttığını düşünüyorum. Bence şehrin daha kalabalıklaşmasıyla veya belki bizim şehir ile daha fazla entegre olmamızla alakalı bir durum söz konusu. Mesela, dini bir sembol takıyorsan, kolye gibi, otobüste yolculuk ederken onu fazla göstermemeye çalışırsın. Evet, senin yan yana olduğun insanlar bunu hazmedebilen, seni kişiliğinle yargılayabilen insanlar ama neticede bu toplumda bir ‘kötü Yahudi’ algısı var. Bu algının da zarar vermesini istemediğin için, insanlar bir şekilde çekinik duruyorlar. Çok da çekingen durulmuyor tabii ki de, bir getto hayatı yaşanmıyor, herkes düğünlerini yapıyor, herkes kimliğini açıkça ortaya koyuyor ama belli nüanslarla dikkat ettiğin noktalar, dikkat ettiğin ortamlar, yerler olabilir.” (Erol)

Gençlerin, kişisel düzeyde uyguladıkları kimlik stratejileri ve toplumsal konumları sayesinde baskı görmedikleri halde bu kaygıyı yaşadıkları ifadesi, aslında dolaylı da olsa gençlerin baskıyı hissettiklerini gösteriyor. Gila’nın sözleri, bu durumu açıklar nitelikte:

“(…) Yaşamadım ama yaşamadığım için kendimi şanslı hissediyorum. Fakat her an bir haksızlık ya da dışlanma yaşayacağım korkusuyla yaşıyorum. Çok gönlüm ferah değil, hiçbir zaman yaşamam demiyorum. Başıma bir şey gelmedi, zaten şivem de bozuk değildir, çok fazla dış görünüşümden de belli etmediğim için somut olarak başıma bir şey gelmedi.” (Gila, kadın, 22, üniversite öğrencisi)

Yahudi gençlerine göre, bugün Türkiye nüfusunun çok küçük bir parçasını oluşturan mensubu oldukları Musevi cemaati, travmalar yaşamış bir azınlık grubu olmaktan kaynaklanan sessiz ve uyumlu bir hüviyete sahip:

“Musevileri, kimliklerini korumaya ve nesiller boyunca aktarmaya çalışan, diğer azınlık gruplarına göre daha muhafazakâr bir azınlık grubu olarak görüyorum. Musevilerin, diğer azınlık grupları gibi, tarihleri boyunca sürgüne, şiddete, katliama maruz kalmalarından ötürü communauté [cemaat] içinde kaldıklarını ve daha üstü örtülü bir şekilde örgütlendiklerini söyleyebilirim.” (Sami, erkek, 22, üniversite öğrencisi) 

 

SONUÇ OLARAK

Yahudi kimliğinin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünen, korunması ve tanınması için talepte bulunan gençler, Yahudi kimliğini eski kuşaklara oranla daha az yaşıyorlar. Gençlerde, özellikle son yıllarda antisemitizmin yükseldiği düşüncesinden dolayı oluşan Yahudiliğe yönelik saldırı algısı, onları toplumda dikkat çekmemeye yönelik kimlik stratejileri üretmeye itiyor.

Gençlerde belirgin olan toplumdan dışlanma korkusu, cemaat tarihleri travmalarla geçmiş Yahudi gençlerinin dışa açılmalarını engelleyen bir olgu. Ancak bu durum, onların, 1990’lı yıllarda cemaatte bir dışa açılma stratejisiyle başlayan sürecin bir parçası ve sürükleyicisi olmadıkları anlamına gelmez. Kimliğin korunması ve tanıtılması bağlamında toplumla daha fazla temasa geçilmesinin gerekliliği sıkça dile getirildi. Dolayısıyla gençlerin, dışa açılma ile içe kapanma stratejilerini eşzamanlı olarak sürdürdükleri, bu nedenle hem kimliklerinden kopmamak hem de kapalı bir cemaat oluşturmamak ve antisemitizm mağduru olmamak kaygısıyla bir denge oluşturmaya çalıştıkları görülüyor.