SULTAN’A NE OLDU? Türkiye’de heyelan ve dönüm noktası

La Republica gazetesinde 7 Haziran seçimlerini yorumlayan Marco Ansaldo’nun yazısının başlığını ödünç almak istiyorum: ‘Sultan’a Şamar: Türkiye’de Heyelan ve Dönüm Noktası’

Perspektif
20 Temmuz 2015 Pazartesi

Dr. Elif Uluğ


Sultan’dan kasıt belli, sultan adayının siyasi hedefiyse Türkiye toplumunda hiçbir karşılığı olmayan başkanlık sistemiydi. Bu hayalin meşruiyet kaynaklarından biriyse, Türk toplumunun güçlü başkan sevdiği tezi. Peki, bu tez ne kadar doğru?

Tarihin en tartışmalı sultanlarından biri olan, muhafazakârlarca tutulan devrimcilerce yerilen II. Abdülhamit, aldığım dersler ve okumalar sağ olsun adeta yakın bir akrabam gibi olmuştu bir zamanlar. Çok su kaldıran “Kızıl sultan mı, ulu hakan mı?” pilavı dahi, Osmanlı’nın en güçlü sultanlarından olan Abdülhamit’in ne kadar ilginç ve karizmatik bir kişiliğe sahip olduğunu gösteriyor. Kimilerine göre Osmanlı’nın çöküşünü engelledi, kimine göre baskıdan nefes aldırmadı: Lise tarih derslerindeki ‘hasta adam’ yakıştırmasının yapıldığı yıllarda tahta geçti, milletler huzursuz, devir bir değişim devri, dünya karışık; öte yandan anayasayı ilan edip özgürlükler vaadiyle tahta geçebilen, ancak modern devleti kurmaya, merkezileşmeyi başarmaya çalışırken baskıyı da abartan vesveseli bir sultan.

Yeni anayasa sözü de bir yerlerden tanıdık geldi mi? Peki ya vesvese? Türk halkının güçlü liderler sevip sevmediğine bir de Abdülhamit örneğinden bakmalı.

Abdülhamit iktidara anayasayı ilan edecek uysal padişah havalarında gelir. Bunu kime mi vaat eder? Tabii ki onu tahta çıkaran Osmanlı ricaline, Jön Türkler’e, yani Tanzimat’ın reformist bürokratlarına. En kısa zamanda anayasayı ilan edip parlamento kuracağı sözünü veren Abdülhamit,  Balkanlar’la ilgili bunalımın çözümü için İngiltere ile 23 Aralık 1876’da yapılan konferansta anayasayı ilan ediverir, ama ilan edilen anayasa son derece otoriter nitelikler taşımaktadır, ‘gerekli gördüğü hallerde’ meclisin kapatılabilmesi yetkisinin Sultan’a verilmesinden anlaşıldığı üzere. Bu, Osmanlı’da yaşayan tüm halkların güvenliğinin anayasayla sağlandığının, yapılması gereken ıslahatların gereksizliğinin, özgürlüklerin verileceğinin dünyaya ilan edilmesiydi. Ama Abdülhamit’in kafasındaki hesabın bambaşka olduğunu zaman gösterecektir. Özellikle de mecliste yer alan milletvekillerinin hükümetin işlerini ciddi bir biçimde eleştirdiklerini gördükten sonra meclis 14 Şubat 1878’de kapatılır. Ondan sonrası ise tufan, yani doğruyla yanlışın birbirinin içine daldığı tuhaflıklar zinciri başlar. Hacı adaylarının Hicaz’a taşınması için yapımına başlanan demiryolu bugünkü ülkenin ilk ağlarını oluşturur ama öte yandan sansür yüzünden basın coğrafya, temel bilimler, kozmetik gibi bambaşka alanlara sürüklenir: Bir yandan “Duble yol yaptık” diye bağırıp öte yanda gazeteleri havuz vasıtasıyla tek sesli hale getirmenin tarihsel kökenlerini görüyor musunuz?

33 yıl uzun bir süre, İstanbul’dan uzaklaşan ya da uzaklaştırılanların da elbette elleri armut toplamaz. Onlar da sığındıkları Avrupa ülkelerinde bin bir değişik düşünce ve ideolojiyle “Osmanlı nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını bulmaya, örgütlenmeye devam ederler. Bu otoriterlik, en başta kurduğu okullardan yetişen genç insanları rahatsız eder ve aslında sonunu da onlar hazırlar. Otoriterlik, bu dünyanın  ‘uyanmış insanlarına’ sökmez. Bunu üniversitede ders vermeye başladığım ilk yıl fark ettim. İlk yıllarımda öğrencilerimle saç saça baş başa denecek derecede tartıştığımı; düşüncelerimi kabul ettirmek için bin dereden su getirdiğimi ama eğer inanmıyorlarsa çok bozulduğumu hatırlarım. Bir derste uzun saçlı bir öğrencimi uyardığımda, “Siz kimsiniz? Ne hakla bana saçlarımı kesmem gerektiğini söylüyorsunuz?” deyişini unutmadım. O anda anladım yanlış yolda olduğumu; buradan çıkıp başka bir yerlerde gezinmem gerektiğini, karşımdakinin yetişkin bir üniversiteli olduğunu, bunun için bin tane sınavı atlatıp bu yola düşmenin gerektiğini, bizim memlekette her babayiğidin harcının da olmadığını. Tüm bunlar gençlere birer kimlik veriyor. O gün karar verdim, mantıklı gerekçelerle savunmak şartıyla, yorumlarımın tam aksini yapanlar dahi yüksek notlar alacaklar; “Ne diyorsam tam aksini düşünün”; 21 yıllık hocayım ve her dönem derslerime başlarken bunu söylüyorum. Bu, kişinin kendini de yenilemesini sağlıyor.

Eğitim gören genç nüfusumuz 17 milyona yakın; eğitimin sorunları, eşitsizlikleri bir kenara bırakılarak bakılırsa bu ‘delikanlı’ ve ‘aydınlanmış’ nüfus; kendi dünyasını oluşturmaya çalışırken otoriterleşme çabalarına fazla yüz vermiyor; işin en acıklı yanıysa tüm bileşenleriyle siyaset kurumu bu büyük kitlenin beklentilerinin, projelerinin hep gerisinde kalıyor. Abdülhamit’in kurduğu askeri okullarda atış talimini kurşun kullanmadan yapan ama gayet liberal yetişen askerler ve bürokratlar, trajikomik bir biçimde, Abdülhamit’in istibdat rejiminin de sonunu getirdiler. Günümüzün Türkiye’sinde yetişen genç insanların baskıyla, ‘Ben yaptım oldu’yla yönetilebilmesi mümkün değil, ki Gezi bunun en büyük göstergesidir.

Bir tarafta Erdoğan’ın duble yolları, öbür tarafta Abdülhamit’in ilk tren ağları. Bir yanda havuz medyası, öbür yanda sansür yüzünden boş sayfalarla çıkan gazeteler. Bir yanda kendi açtığı modern okullardan yetişen gençlerin alt ettiği Abdülhamit, bir yanda her şehre üniversite açmasıyla övünürken o üniversitelerde yetişen çocukları dinlemediği için 2011’den beri her seçimde oy kaybeden Erdoğan. İkisi de özgürlükler ve anayasa sözüyle geldi, ikisi de kalkınma ve ‘devletin âli menfaatleri’ uğruna kendi iktidarlarını pekiştirirken siyasi ortamı boğdu ve ikisi de gücünün doruğuna ulaştı: İşte düşüş orada başladı.

Türk halkı güçlü başkan filan sevmiyor, Abdülhamit de Erdoğan’da yumuşak başlı oldukları için tercih edildiler başlangıçta. Tarih sadece malumatfuruşluk için değil, bugünü anlamak için de önemli…