Ege’de rüzgârlandım

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
10 Haziran 2015 Çarşamba

Geçen hafta İstanbul’un puslu, sisli ve de karamsar ortamından sıyrılmak için birkaç gün Ege sahillerine gitmeyi yeğledik. Yıllar öncesinde konakladığımız, aile oteli diye adlandırabileceğim, yeşillikler içinde, denize sıfır çok şirin bir mekân vardı. Aynı yere rezervasyon yaptırdık. İzmir Havaalanından arabayla bir saat süren yolculuktan sonra mekâna yaklaştığımızda, ‘herhalde yanlış yerdeyiz’ diye içimden geçirdim. Deniz tarafındaki küçük otel, neredeyse iki misli büyümüş, geceleri kahve içip sohbet ettiğimiz yeşillik alanın yerine ‘olmazsa olmaz’gillerden bir havuz kondurulmuş, plastik şezlonglar da bir boydan bir boya çirkinliğe son damgasını vurmuş.

Neyse ki bahçenin bir köşesindeki kameriyeye dokunulmamış. Orada oturup bir kahve istediğinizde personelin yanıtı, “Sezon henüz açılmadı, buraya servis yapamıyoruz” oldu. Bu da algılamakta zorluk çektiğim bir yanıt. Sezon başlamadıysa, oteli niye açtınız? Havuzun bana göre tek olumlu yanı çocukların çoğunun orada toplanıp deniz tarafında koşuşturma ve patırdı olmamasıydı.

Resepsiyondaki genç bayan olup bitenlerden habersiz, ezberlediği birkaç cümleyle hizmet vermeye çalışıyordu. Elimize bir elektronik anahtar verdikten sonra, asansörün yerini gösterdi. Bir anahtar daha rica ettim. “Her odaya bir tane veriyoruz” diye yanıtladı. “Harika; tatildeyiz, sinirlenmeyeceksin. İki kişi aynı anda denize girip, aynı saatlerde dinleneceksin” diyerek kendimi şartlandırdım.

Odaya girdiğimizde eşyalarımızı bir kenara koyup balkona çıktım. Deniz mükemmel görünüyordu. Başımı yolun sağına çevirdiğimde şok geçirdim. Geçen gelişimizde gördüğüm uçsuz bucaksız arazinin üstünde onlarca inşası tamamlanamamış iki katlı beton evler duruyordu. “Burada da mı?” diye iç geçirdim. Bari belli bir estetiğe göre yapılsalardı. Ayrıca yörenin kuvvetli rüzgârları insanların sadece iki ay yaşamalarına elverişli.

Değişim rüzgârlarının olumsuz yanlarını bir yana bırakıp önümüzdeki günlerin keyfini çıkartmaya karar verdik. Sonuçta deniz pırıl pırıldı, güneş ara sıra bulutların ardına saklanınca, zaman zaman güneşlenmek yerine ‘rüzgârlandık’. Akşamüstleri de otelin konumu her yere yakın olduğundan, yolun hemen önünde duran minibüslere binerek sırasıyla Çeşme, Alaçatı, Ilıca gibi yerlere gittik. Yerli de olsak kendimizi turist gibi hissettik.

İzmir’in yazlık yörelerinde ‘minibüs kültürü’ çok ilginç. Minibüse her binen, şoföre selam veriyor, inerken de ‘Allahaısmarladık’ veya ‘hayırlı işler’ diyor. Gecenin bir vaktinde kısacık şortlu, ince askılı tişörtleriyle araca binen genç kızlara kimse göz ucuyla da olsa bakmıyor. Müşteri kendini arabada güvende hissediyor.

Bir akşam şoför cep telefonunu kapattıktan sonra dert yandı, “Arkadaşın minibüsünü soymuşlar. Geçen hafta da benim arabamın kelebek camını kırdılar. Aldıkları da otuz beş lira madeni para. İsteseler bilgisayarı, radyoyu v.s yi alabilirlerdi. Sonuçta bin dolarlık malzeme vardı içeride. Çeşme’de hırsızlık mı olurdu; ne günlere geldik?” Çalınandan ziyade farklı bir anlayışın gelmekte olduğuna üzülüyordu şoför.

***

Kısa bir tatilin ardından, oyumuzu kullanmak üzere İstanbul’a döndük. Bu arada THY herhangi bir mesaj yollamadan, haber vermeksizin, bineceğimiz uçağın seferini iptal etmiş. Kontuardaki görevli “Şikâyet etme hakkınız var” dedi doğalmış gibi. Eve geldikten sonra, çok sık iş seyahatine giden oğluma, “Ne yapmalıyım THY konusunda?’ diye sordum. ‘Başıma çok geldi. Her seferinde üşenmeyip yazı yazdım. Bir kere olsun yanıt almadım. Unut gitsin” dedi.

Sakızlı dondurmanın tadı damağımda; unuttum gitti.

Ama bir hafta sonra tekrar hatırlayabilirim.