Karayip Korsanları´na karşı gezginler

Mavinin her tonundaki denizin bembeyaz kumlarla buluştuğu, tarihin kalıntılarının hâlâ kendini gösterdiği tropik cennet Karayip Adalarına kısa bir gezinti yapalım

Cako TARAGANO Seyahat
6 Mayıs 2015 Çarşamba

15. yüzyılda, Amerika’yı keşfettiğinden habersiz, buralara geldiğinde bu adalara ayak basmayı bile düşünmeyen Kristof Kolomb’dan sonra, buraların kıymetini anlayıp zenginliklerini yağmalamak isteyen Karayip Korsanlarının ardından, 21. yüzyılda bir kez de kendi gözüyle görüp gezmeyi planlayan bir grup arkadaşımızla birlikte Karayip Adalarına gitmeye karar verdik. Öncelikle Karayip Adalarının nerede olduğunu anlatmakla başlayayım. ABD’nin güney eyaletlerinden Florida’nın Miami sahillerinden başlayıp Meksika kıyılarını yalayarak geçen bir parantez açın. Güney Amerika’nın kuzeyindeki Venezuela’ya kadar bu parantezi devam ettirin. Daha sonra tekrar Florida’dan başlayıp Atlantik kıyıları boyunca Küba’yı da içine alacak şekilde çizerek parantezi kapatın. İşte bu bölge içinde kalan yaklaşık yedi bin adacık ve kayalıklardan oluşan bölgeye Karayip Adaları deniyor. Bu parantezin solunu takip edip gezerseniz Batı Karayipler, sağını takip edip gezerseniz Doğu Karayipleri görme şansınız olur.

 

BAHAMALAR / NASSAU

Her zaman olduğu gibi gezi planımızı iki yıldan fazla bir süre önce hayal edip programlamaya başladık. Altı kişi ile yola çıkmaya karar vermiştik; hareket günü 32 kişiye ulaştık. Bu zaman zarfında seyahat arkadaşlarımızla toplantılar yapıp, bu bağlamda yazışmalar, rezervasyonlar gerçekleştirdik. Uzun ve heyecanlı bekleyişin ardından, nihayet bizleri bu geziye götürecek uçağın içinde bulduk kendimizi. Frankfurt aktarmalı uçuş ile önce Miami’ye vardık. Burada iki gece konakladıktan sonra bizleri bu geziye götürecek Royal Caribbean firmasının Allure of the Seas gemisine bindik. Geceyi gemide ve sefer halinde geçirdikten sonra sabahın erken saatlerinde Bahamaların başkenti Nassau’ya yanaştık. Fotoğraf ve kartpostallarda görüp iç çektiğimiz, sahillerindeki hafif yan yatmış palmiyelerini, bembeyaz kumları ile turkuazdan başlayıp daha sonra cam göbeği rengine ve laciverte dönen plaj ve sahillerini bu kez kendi gözlerimizle görecektik. Gemiden iner inmez sahildeki kayalıkların üzerinde adeta poz verir gibi duran iguanalar tropik bir adaya gelişimizi müjdeler gibiydiler. Gezi öncesi, yanaşacağımız tüm ada ve şehirlerin bilgilerini içeren bir kitapçığı sevgili kızım Melis ile eşim Diana adeta bir turizm acentesinin broşürü gibi titizlikle hazırladıklarından tur programımız ve gezeceğimiz yerler belli idi. Onların hazırladığı bu kitapçıktan bazı bilgilerle dolaştığımız bu yerleri bir kez de ben gezdireyim size.

Sıcak ve tropikal iklime sahip, tropik bitki ve meyvelerin bulunduğu 207 kilometrekare yüzölçümüne sahip bu adada yaklaşık 250 bin kişi yaşıyor. Nüfusun yüzde onu kadar misafir hemen hemen her gün bu adaya iniyor. Trafik soldan işlerken cadde ve sokaklardaki beyaz ceketli, kırmızı şeritli, siyah pantolonlu kadın ve erkek polisleri izlemek çok keyifli. Adeta bir orkestra şefi gibi trafiği ve insanları yönlendiriyorlar. Adanın en bilindik içkisi rom. Mohitolar, kokteyller rom ile hazırlanırken, kek ve pastalar bile rom katılıp yapılıyor. Adanın en popüler ve aranan yiyeceği deniz kabuklusu ‘conch’. Ada su altına dalış yapmak isteyenler için adeta bir deniz altı cenneti. Şnorkel ile bile dalış yapıp mercan kayalıkları ve değişik deniz bitkilerini izleme fırsatını bulabilirsiniz.

Gemiden iner inmez yürüme mesafesindeki şehir merkezine vardık. Çarşıda, hediyelik eşya satan turistik dükkânların yanı sıra en çok dikkatimizi çeken, pırlanta taşlarının bezediği kolye, yüzük ve bileziklerin satıldığı dükkânların kapısında yer alan, her biri en az 30 cm boyutundaki mezuzalardı. Dünyanın bu uzak ucunda da Yahudilerin olacağını hiç düşünmemiştim. Elimizdeki haritayı izleyip önce Queen’s Staircase’e yöneldik. Bahamalarda köleliğin kaldırılmasına destek veren, 66 yıl tahtta kalmış İngiltere Kraliçesi Victoria’yı onurlandırmak için bu merdivenlere onun ismi verilmiş. 66 basamaktan oluşan bu merdivenleri kayaları, balta ve kesici aletlerle keserek yapmışlar. Buradan korsan ve yağmacıların saldırılarını gözetlemek için yapılan kule olan Fort Fincastle’a yöneldik. Kule ile su deposu The Water Tower arasından liman ve şehri panoramik olarak izledik. Buradan Straw Market diye bilinen, el yapımı hediyelik eşyaların satıldığı kapalı bir çarşıyı gezdik. Yürüme mesafesi dışında olduğundan Fish Market’a gitmek için bir dolmuş minibüs ile anlaştık. Yol üzerindeki rom imalatı yapılan fabrikayı gezme fırsatı elde ettik. Romun yapılışı, fermantasyon süreci, tahta fıçılarda dinlendirilmesi, kokusu ve lezzeti hakkında bilgi alıp tadım yaptık. Buradan Fish Market’a geldik. Restoran ve kafelerde mola vererek buranın meşhur deniz mahsulleri ve mezelerini denedik. Sahil boyu yan yana dizilmiş, rengarenk, salaş görünümlü, üstü sazlık ve ağaçlarla kaplı lokantaların görüntüsü çok sempatikti. Dönüş yolunda Rom Cake Factory’ye uğradık. Sade, hindistan cevizli, bademli, çikolatalı çeşitlerden hem tattık hem de ikişer, üçer hediye amaçlı satın aldık.

Bir sonraki durağımız dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli olan Atlantis Paradise Island Hotel idi. Ana adaya paralel, başka bir küçük ada üzerinde olan ve köprü ile geçilen yoldan, bu dünyaca ünlü otele ulaştık. Vardığımız yer adeta bir başka dünyaydı. Bahamas Fast Ferryle Paradise Island adası üzerindeki bu kompleks, 5-6 tane beş yıldızlı otelin birleşmiş hali gibiydi. Aralarda da lagün, akvaryum, dolphinaryum, casino, hastane, Maya tapınakları farklı binalar yer alıyor. Bahçesinde biraz dolaştıysak da, zamansızlıktan otelin içini gezmeye pek fırsat bulamadık. Yedi saatlik bir zaman diliminde Bahamaların başşehri Nassau’yu dolu dolu ancak bu kadar gezebildik.

 

SAINT THOMAS ADASI / CHARLOTTE AMALIE

Ertesi gün gemimiz St.Thomas Adasına yanaştı. US.Virgin Island’ın başşehri Charlotte Amalie; nüfusu 18.500 kişi. Önce yürüme mesafesindeki Black Beard Castle’a yöneldik.1679 yılında Danimarkalılar tarafından limanı gözetlemek amaçlı yapılan bu kule Government Hill’in en yüksek tepesinde yer alıyor. Kalenin girişindeki büyükçe avluda Kara Sakallı Korsanın heykelini görebiliyorsunuz.10 dolar karşılığında bu kaleyi gezebilmek mümkün. Panoramik olarak ada ve limanı izleyip fotoğrafladıktan sonra 99 Steps denilen merdivenlere yöneldik. Bu merdivenlerin basamakları 1700’li yılların ortasında inşa edilmiş olup basamakların tuğlaları Danimarka’dan getirilmiş. Adanın dik tepelerine iniş ve çıkışları kolaylaştırmak amacıyla yapılmış bu merdivenler. Aslında 103 basamaktan oluşsa da bu merdivenlerin 99. basamağında kaleye ulaşılabiliyor. Merdivenleri inip çarşının içinden geçip daha evvel tespit ettiğimiz St.Thomas Sinagogu’nu bulduk. Batı yarımkürenin en eski 2. Sefarad sinagoguymuş.1796 yılında inşa edilmiş sinagogun asıl adı Beraha Ve Şalom Ve Gemilut Hasadim. Avrupa ile yenidünya arasında ticaret yapmak için gelen Yahudiler tarafından yapılmış.

Sinagoga girer girmez ilk dikkatimizi çeken şey zeminin kum kaplı oluşuydu. Bu alışılmadık durumun iki sebebi olduğu söyleniyor: Birincisi Yahudilerin Mısır çıkışında çölde yaptığı yolculuğu unutmamak ve daima hatırlamak için. Diğer bir sebep ise Katolikliğe zorlanan Conversoların mahzenlerde dua ederken, çıkan sesleri kamufle etmesi için zemine döktükleri kumu hatırlatmak için.

Sinagogdaki sıralar, teva ve ehal, maun ağacından yapılmış. Menoranın 11.yüzyıla ait İspanya kökenli olduğu ve sinagog içindeki dört sütunun Sara, Rahel, Rifka ve Lea’yı simgelendiği belirtildi. Reformist sinagogun kadın hahamının, bizden önce gelen Amerikalı ve Kanadalı bir gruba bilgi verdiğini, ehali açıp Sefer Toralar hakkında bilgi verdikten sonra haftanın peraşasından bir bölümü Aşkenaz tarzında okuduğunu duyduk. Biz de aramızda olan Hazan Natan Siliki’den aynı bölümü Sefarad tarzında okumasını istedik. Ziyaretçilerin hepsi değişik makamda okuduğumuz bu kısmı çok beğendiler.

Atlas Okyanusu üzerindeki Karayip Adaların birinde sinagog bulmanın ve ziyaret etmenin keyif ve sarhoşluğu ile buradan ayrılıp Market Square’e yöneldik. Hediyelik eşyaların, meyve ve sebzelerin satıldığı, sokaktan biraz büyük bu cadde üzerindeki Gallery Camille Pissarro’ya girdik. Fransız Empresyonizminin babası olarak sayılan Pissarro’nun yaşadığı bu ev günümüzde resim galerisi olarak hizmet veriyor. Daha önce Amsterdam’da gittiğimiz Ice Bar’ın bir benzerinin burada da olduğunu görünce girmeye karar verdiler. Masalarından oturulacak yerlerine, barından bardaklarına her şeyin ve her tarafın buzdan olduğu, içeri girerken mutlaka verdikleri özel giysileri giydikten sonra en fazla 15-20 dakika durabileceğiniz buz dünyası... Daha önce görmeyenler için değişik ve hoş bir deneyim oldu.

SAINT MARTIN ADASI / MARIGOT – PHILIPSBURG

Geminin uğradığı üçüncü ve son ada St. Martin Adasıydı. Bölgenin yüzölçümü bakımından en ufak olan bu adası Fransa ile Hollanda arasında ikiye bölünmüş. İki bölge arasında belirgin bir sınır yok. Border Obelisk, sadece hayali, sembolik bir sınır. Bir tarafında Hollanda diğer tarafında Fransız bayrağı olan bu sınır efsaneye göre bir koşu yarışı sonunda belirlenmiş. Fransızlar adanın kuzeyinde yer alan 3’te 2’lik kısmını, Hollandalılar ise kalan güney bölümü almışlar. Fransız kısmının başşehri Marigot, Hollanda Antillerine bağlı kısmının başşehri Philipsburg. Bir tarafın şeker fabrikaları, diğer tarafın tuz fabrikaları ile meşhur olması enteresan. Gezip gördüğümüz kadarı ile Fransız bölümü biraz daha zengin ve görkemli, Hollanda bölümü ise daha mütevazı. 11 Kasım 1493 tarihinde Kristof Kolomb Aziz Martin anısına adaya bu ismi vermiş.

Adanın her iki bölümünün de plajları meşhur. Fransız bölümünün plajı olan Orient Beach ile turumuza başladık. Göz alabildiğine, uçsuz bucaksız bir kıyı üzerinde, çeşitli plajları bulunan sahilin Bikini Beach kısmından giriş yaptık kumsala. Bu sahilin en önemli özelliği çıplaklar kampının da bulunması. Mavinin birkaç tonunun, bembeyaz kumlarla öpüştüğü bu sahillerde özgürce güneşlenip denize girenleri izlemek çok değişik bir deneyim yaşattı. Plaj dönüşü yolda adeta malikâne denilebilecek villa ve yalıları izleyerek bu bölümün başşehrinin çarşısı olan Marigot Market’e geldik. Sanki açık hava bitpazarı gibiydi burası. Bir tarafta pazar gibi açık tezgâhlarda adanın sembolik hediyelik eşyalarını satanlar, bir başka bölümünde deniz mahsulleri ağırlıklı servis yapan lokantalar, büfelerde, dondurma ve hindistancevizi kırarak suyunu ve meyvesini satan koyu tenli yerli insanlar. Bir renk ve ses cümbüşü hakimdi. Aslında bu kısımda farklı renkli kelebeklerin bulunduğu park Butterfly Farm, kendi parfümünü imal edebileceğin Tijon Parfumerie, adanın şeker kamışı ve tuz depolarının korunduğu kale Fort Louis gibi gezip görülebilecek birkaç yer daha varken Orient Beach’te fazlaca zaman kaybettiğimizden, doğrudan Hollanda bölümündeki dünyaca meşhur plaj Maho Beach’e gittik. Bu plajın en önemli özelliği, güneşlenip denize girdiğiniz sahil ve kumsalın, Philipsburg havaalanının pistine mesafesinin yaklaşık 10-15 metre oluşu. Uçaklar adeta tepenizden geçip alana iniyorlar. Tüm halk neredeyse 10-15 dakikada bir inen bu uçakların iniş ve kalkışları ile eğleniyorlar.

Uzun zamandan beri hayal edip programladığımız Karayip gezimizi 32 kişilik sorun çıkarmayan bir grupla, çok güzel anılar ve harika organize edilmiş programla keyfi ile sonlandırdık. Daha nice seyahatlere temennileri ile ayrıldık.