Ellinin cazibesi

Bu yazının Paris’le hiçbir ilgisi yok sevgili okurlar. Yazarın iç dünyasına kısa bir yolculukla yaşamla muhasebesine ortak olacaksınız gelecek satırlarda…

Sibel CUNİMAN PİNTO Köşe Yazısı
15 Nisan 2015 Çarşamba

Bu yazının Paris’le hiçbir ilgisi yok sevgili okurlar. Yazarın iç dünyasına kısa bir yolculukla yaşamla muhasebesine ortak olacaksınız gelecek satırlarda…

 Mart’ta 50 yaşıma girdim. Birkaç ay öncesinde bende bir iç sıkıntısı, bir tedirginlik, bir endişe.. “Bir sayı işte, ne değişecek ki? Takma”diyenlere daha da kızıyorum içten içe… Ne de olsa büyükçe bir sayı, biraz korkutucu, biraz ağır, biraz belirsiz... 14-15 yaşlarımda “Kadın 50 yaşına gelmiş, ooo çok yaşlı” dediğim o kadınların yaşı işte… Sokaktaki çocukların artık abla değil de teyze dedikleri yaş… Otobüste, metroda zaman zaman ‘buyrun, oturun’ denilen yaş… Anneannemin üzerinde önlük, altında çiçekli elbise, bahçede gül toplarken çekilmiş fotoğrafında yüzünde derinleşmeye başlayan çizgileriyle gülümsediği yaş… Gazetelerin, ilaç prospektüslerinin okunamadığı, yakın gözlüğü takılmaya başlanılan yaş… Posta kutusundan çıkan mektupta “50 yaşına girdiniz. Ekteki davetiyeyle Sağlık Bakanlığının meme kanserini erken teşhis programı kapsamında aşağıdaki anlaşmalı radyologlardan randevu alarak ücretsiz mamografi yaptırmalısınız” yazan yaş!

Her ne kadar ‘Bugünün 50’si geçmişin 40’ı’ gibi züğürt tesellisi başlıklar uçuşsa da etrafımızda, yaşın vücutlarımız, organlarımız üstünde geriye dönüşü olmayan etkileri var, kabul edelim. Bir yanda fiziksel sorunlar başlasa, duygu karmaşaları yaşasa da insan 50’sinde, hırslar törpülenmiş, sivrilikler yumuşamış, hayat demlenmiş mi oluyor acaba diğer yanda? Bir olgunluğa, bir oturmuşlığa, bir dinginliğe ulaşıyor mu insan? Sorgulama mı desek, muhasebe mi, hesaplaşma mı? 50 yaş hayata farklı bir anlam mı katıyor acaba? 

YOLLARDA

Sorular kafamın içinde uçuşup dururken düşünmeye çok vaktim olmadı çünkü son 1,5 aydır hep yollardaydım. Özellikle planladığımdan değil. Programlar, projeler öyle denk geldiği, arka arkaya dizildiği için... Önce Türkiye Aşçılar Federasyonunun davetlisi olarak Antalya’daydım. Yabancı şeflerle Uluslararası Yemek Kültürü Etkinliğine katıldık. Antalya çok sevdiğim bir şehir. Misafirlerimiz de aşçı olunca en iyisini tattırmak istiyor insan. Neyse ki Antalya’da da, yurdumun dört bir yanı gibi, seçenek çok. Mustafa Usta’da piyaz-köfte, Tevfik Usta’da serpme börek, Kanatçı Ali, Akdeniz Pastanesinde yanık dondurma, 18’de bağaça, Yedigün’de turunç, cevizli patlıcan, karpuz reçelleri…

Ardından Kapadokya’ya düştü yolum… Kim sevmez o kocaman, rengarenk balonlarla yapılan masalımsı gezintiyi? Sabahın ayazında yudumlanan sıcacık kahveyle ev yapımı kek, güneşin doğuşuyla göklere yükselmek; o ışık seli, o toprağın kokusu, o Anadolu’nun bağrında hissedilen sonsuzluk hissi… Hele bizi misafir eden ‘yeryüzündeki cennet’ Melekler Evinin sahipleri mimar Arzu ve Muammer Erinal çiftinin misafirperverlikleri, evlerinin ve kalplerinin dostluğa daveti… Kayalara oyulmuş mağara odalar, dekorasyondaki ince zevk ürünü detaylar, nefis kahvaltı, şömine başında muhabbet eşliğinde yudumlanan şampanya…  Üstelik Ürgüp’de heyecan verici girişimler var: Kapadokya Aşçılar Derneği Başkanı sevgili Arif Özata’nın önderliğinde ekonomik durumu zor ailelerin okuyamamış çocuklarına ve engelli gençlere yönelik Aşçılık Eğitim Mutfağı yapılmakta. Amaç hem gençlere meslek edindirmek hem unutulmaya yüz tutmuş yöresel yemekleri yaşatmak. 

Sonra yine düştüm yollara, İzmir üzerinden Alaçatı Ot Festivaline… Kötü hava koşullarına, rüzgar, yağmur ve sellere rağmen Alaçatı çok güzeldi, çok özeldi. Taş evler, daracık sokaklarında dans eden rüzgar, radika, şevketibostan, ebegümeci derken Ege’nin zengin ot çeşitleriyle şölene dönüşen sofralar, Papaz Evi’nde Vedat Başaran’la ‘Otlar ve Zeytinyağı’ workshop’ı, güleryüzlü, içten insanlar…

VE İSTANBUL…

Vazgeçilmezim, sevdiğim, özlemim... Şehrin farklı köşelerinde buluşmalar, kavuşmalar… Robert College ve Boğaziçi yıllarımdan adaşım Sibel, Rüveyda, Sara, Petek, Öge; bankacılığımızın unutulmaz anılarıyla oluşan dostluğumuzu günümüze taşıdığımız Sevda, Selmin, Aysun, Serpil, Neval; arkadaşlığımızı perçinleştirdiğimiz Berna, Gökşin, Serap, Betül; sirtakili-göbek havalı doğumgünü kutlamasının mimarı canım Arzu’m… Şalom dostlarım İvo, Virna, Nelly, Eti, Gila… Dost İlkokulundan Emine, Ahu, Ufuk, Sara, Can, Erdoğan, Dani, Mehmet; İtalya günlerimin güzelleri Ece ve Stefania… 24 yıllık hayat arkadaşım, sevgilim, sırdaşım Harun’umun dünyanın dört bir yanında yaşayan ailem ve dostlarımdan gelen video-selfie’lerle derlediği unutulmaz yaşgünü hediyesi film… Üstelik yol boyunca yepyeni karşılaşmalar: Yeşim, Ayşegül, Nükhet, Binhan, Rezzan, Fulya, Senem, Ayfer… Her biriyle kadeh kaldırdım yeni yaşıma… Yüreklerinde bana güzel bir yer ayıran herkese 9 Mart 2015’i çok özel kıldıkları için çok teşekkür ediyorum.

Sevgili arkadaşım Ayşe’den bahsetmesem olmaz bu yazıda. Ayşe Paris’te hayatıma girdi. 2008 yılının bir temmuz sabahı e-mailime bir mesaj düştü: “Web siteni bir arkadaşımdan öğrendim, ortak yönlerimiz var, buluşalım, tanışalım” diye… Buluştuk, tanıştık, arkadaş olduk, dost olduk, sırdaş olduk, neşeyi de paylaştık hüznü de... Zor günümde hep telefonun ucunda, hep klavyenin başında, hep yakınımdaydı. Çok güçlü bir kalemi, çok hoş bir blogu var: Cadı’nın Hikayeleri. Son yazısında yıllar önce tanıştığı bir Ingiliz kadınla paylaşımından bahsediyor. Çok sevdiğim ve benim bu yılıma damgasını vuracak cümle şu: “Ben artık 50 yaşındayım, duramam!”

Bu yıl artık kimse beni tutamaz. Ne dururum, ne susarım, ne hayallerimden vazgeçerim, ne yolumdan dönerim. Neler mi yapacağım? Belki bir gün onları da paylaşırım!

Şimdilik yola devam:

Yavaşla

Yargılama.

Erteleme.

Vazgeçme.

Suçluluk duygusuna son ver. 

Deneyimlerine güven.

Enerjini yiyen insanlardan uzak dur, sana değer verenlerle birlikte ol.

Yaşamın anlık mutluluklardan oluştuğunu unutma ve bu anların tadını çıkart.

Kalan yıllarını öyle yaşa ki içinde ukte kalmasın.

Pablo Picasso 50 yaşın kadınların sonbaharı olduğunu söylerken haklı mıydı bilmiyorum ama psikolog Barbara Becker Holstein, 50’nin cazibesini şöyle anlatıyor: “Ünlü olabilecek veya organik bir çiftlik kurabilecek veya günde sekiz saat çalışabilecek kadar gençsiniz. Akıllı olacak kadar da yaşlısınız. Eğer yorgunsanız otobüsteki bir gençten size yer vermesini isteyebilirsiniz, ama dilerseniz onunla aşk da yaşayabilirsiniz!”