Büyük Gözler: 20. Yüzyılın en büyük sanat dolandırıcılığı

1950’li yıllarda, iri gözlü çocukların ressamı olarak bilinen Margaret Keane’in ve kendisinin de ressam olduğunu iddia eden, sahtekâr ikinci eşi Walter Keane’in hayatını anlattığı filmde yönetmen Tim Burton duraklama dönemini geride bıraktığını müjdeliyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
25 Mart 2015 Çarşamba

Emeği çalınan bir ressamın çalkantılı iç dünyasına feminist bir bakış açısıyla yaklaşan yönetmen, ‘kitsch’e olan düşkünlüğünü de gözler önüne seriyor. Sanat tarihinin yaşanmış en sansasyonel olaylarından birini mükemmel bir sinematografi eşliğinde perdeye aktaran Burton, hakkı yenen, sömürülen bir kadının sanatçı olarak uyanışını ve kocasına karşı verdiği çetin savaşı anlatıyor. İyi niyet, saflık, kötülük, sömürü temaları etrafında, sanat dünyasına gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşan filmde, Amy Adams’ın ve canlandırdığı karakterleri karikatüre çeviren Christoph Waltz’ın yorumu mükemmel

 

 

Kariyerinin ilk filmleri olan ‘Makas Eller’, ‘Beterböcek’, ‘Ed Wood’ ile sıra dışı ve tuhaf tarzıyla Hollywood’un aykırı yönetmenleri arasında gösterilen Tim Burton, son filmi ‘Büyük Gözler/Big Eyes’da eski formunu koruduğunu kanıtlıyor.

2000’li yıllarda yaptığı filmlerinden keyif almamaya başladığım sanatçı, bu son filmiyle duraklama dönemini geride bıraktığını müjdeliyor. 1990’ların özgün fikirli, yaratıcı fantastik filmlerin yaratıcısı Burton, gerçek bir hayat öyküsü anlattığı ‘Büyük Gözler’ ile eski güzel günlere dönüşünü müjdeliyor.

Tim Burton, 1994’te bir aşk öyküsü olarak ele aldığı, siyah beyaz ‘Ed Wood’dan sonra ikinci kez bir yaşam öyküsü anlattığı filmde, büyük bir sanat sahtekârlığını, Margaret Keane’in çalkantılı iç dünyasını feminist bir bakış açısıyla aktarıyor.

Burton’un uçarı dünyasını sergileyen fantastik filmlerinden sonra, ‘Büyük Gözler’ yönetmenin ‘kitsch’e olan düşkünlüğünü gözlere seriyor.

1950’li yıllarda, iri gözlü çocukların ressamı olarak bilinen Margaaret Keane’in ve kendisinin de ressam olduğunu iddia eden, sahtekâr ikinci eşi Walter Keane’in hayatından, Scott Alexander ve Larry Karaszewski birinci sınıf bir senaryo yazmış.

Tim Burton kendisine altın tepsi içinde sunulan, popüler kültür hikâyesini mükemmel bir sinematografi eşliğinde perdeye aktarmış. Sanat tarihinin yaşanmış en sansasyonel olaylarından birine odaklanan film, hakkı yenen, sömürülen bir kadının sanatçı olarak uyanışını ve kocasına karşı verdiği çetin savaşı anlatıyor.

Margaret’in, tablolarını kendi eseri gibi gösteren, emek hırsızlığı yapan kocasının karşısında eğilişini, yıllar boyu süren sessizliğini, boyun eğişini anlatan film, ne yazık ki bir sanatçının gururunun ayaklar altına alınmasına nasıl katlandığına hiç değinmiyor.

Çizdiği hüzünlü çocuk tablolarındaki gözleri ruha açılan birer pencere olarak gören Margaret’in ilginç bir kişiliği vardır. Kocası tarafından sömürülmesine yıllarca sabırla katlanır. Kocasının tam bir sahtekâr olduğunu gördüğünde isyan bayrağı açar. Eşiyle yaşadığı çalkantılı ilişki sürecini tüm çıplaklığıyla görünce, kendisini terk ederek kurban olmadığını ispat eder.

Margaret iç dünyasını yansıtan, insanı etkileyen, hüzünlü, duygu yüklü, ürkütücü tabloları çizmeye devam ederken, kocasının gölgesinde yaşamayı kabullendiği on yıl içinde çevresinden gittikçe soyutlanır. Kızını yanına alır, evi ve yaşadığı San Fransisco’yu terk eder. Hawaii’ye kaçar.

HÜZÜNLÜ, ÜRKÜTÜCÜ, DUYGU YÜKLÜ GÖZLER

Tim Burton, iyi niyet, saflık, kötülük, sömürü temaları etrafında, sanat dünyasına gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşırken, sanat nerede başlar, nerede biter sorusuna cevap arıyor.

20. yüzyılın en büyük sanat dolandırıcılığı öyküsünde, karısının yaptığı tabloları kendi çizdiğini söyleyen, davetlerde, organizasyonlarda, hatta kendi sergisinde büyük ressam rolünü oynayan Walter Keane’in ticari zekâsıyla, Margaret’in ürünlerini süpermarketlerde pazarladığını görürüz.

Kocasının bencil ve sahtekâr olduğunu gören Margaret, ilk kocasına yaptığının aynısını Walter’e yaparak onu terk eder. Kızının da desteği ile kocasına dava açar. Filmin kapanış jeneriğinde, bugün 87 yaşında olan gerçek Margaret Keane’i görürüz.

Üçüncü kez evlenen, Yehova Şahitleri’ne katılan, her gün resim yapmaya devam eden sanatçı, bugün Kuzey Kaliforniya’daki Napa Vadisi’ndeki yuvasında ömrünün sonbaharını yaşıyor.

Kocası Walter’in 2000 yılında beş parasız öldüğünü öğrendiğinde, Margaret ilk kez kendini özgür hissettiğini açıklamıştı. İki kocasıyla yaşadığı fırtınalı ve acılı evliliklerinden sonra öz benliğine kavuşan, feministlerin yüzünü ak çıkaran Margaret Keane’i canlandırmak için, Amy Adams tercihi çok yerinde. 1950’li ve 60’lı yıllarda, toplumun ve kocasının ağır baskısı altında ezilen kadın portresine Amy Adams saflığı ile, temizliği ile, müthiş oyunculuğu ile inandırıcılık katıyor.

Quentin Tarantino’nun ‘Soysuzlar Çetesi/Inglorious Bastard’ ile keşfettiği, sinemaya armağan ettiği Christoph Waltz’a 2010 yılında bu filmle En İyi Yardımcı Aktör Oscar Ödülü’nü aldırmıştı. Avusturyalı aktör aynı başarıyı (yine Tarantino’nun) ‘Zincirsiz/Django Unchained’ ile tekrarlamıştı.

Canlandırdığı karakterleri karikatürize etmedeki başarısını Waltz ‘Büyük Gözler’de de tekrarlıyor. Kadın avcısı, riyakar, yalancı ve sahtekâr Walter Keane’i tam bir karikatüre çeviren deneyimli aktör, bu karakteri antipatik göstererek izleyicinin nefretini kazanmasını sağlıyor.

 

‘CHAPPIE’: CİLALI, ESPRİLİ BİLİM-KURGU

Kariyerini bilim-kurgu filmleri üzerine kuran ve başarısını ilk filmi ‘District9’ ve onu takip eden ‘Elysium’ ile kanıtlayan Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp, son filmi ‘Chappie’ ile bilim-kurgu ile komedi türlerini ustaca harmanlayan bir filme imzasını atmış.

Yakın bir gelecekte Güney Afrika’da geçen konusuyla filmde, artan anarşik olayların polisin kullandığı özel robotlarla bastırılıp suç oranının düşürülmesine çalışıldığı anlatılıyor.

Hint kökenli mühendis Deon’un(Dev Patel) geliştirdiği robot-polisler, yakın bir gelecekte suçun kontrolünü mekanize bu polis gücüyle gerçekleştirmeyi amaçlayacaktır. Deon ıskartaya çıkarılmış robotların birine, şirketin izni olmadan, bilinci olan, duygularıyla hareket eden, adeta ruhu olan yeni bir model yaratmak peşindedir. Ancak robot üreten şirketin kadın CEO’su(Sigourney Weaver) bu robotun kullanılmasına izin vermemektedir.

Chappie adı verilen bu robotu insan ırkına ve düzene bir tehdit olarak görmeye başlayan, kudretli ve yıkıcı güçler statükoyu korumak için ellerinden geleni yapacaktır. Firmanın mühendislerinden Deon’un rakibi Vincent(Hugh Jackman), Chappie yerine kendi tasarımı olan devasa robotu devreye sokmak için fırsat kollar. O fırsat eline geçince öykü robotların savaşına dönüşür.

Güney Afrika’da uzaydan gelenlerin istilasına uğrayan, varoş halkının tepkisini anlatan, düşük bütçeli ‘District9’ ile bilim-kurgu türüne yeni bir boyut kazandıran Neill Blomkamp, bu başarısıyla ismini sinema dünyasına duyurmuştu.

Ardından gelen ‘Elysium’, dünyadaki kötülüklerden soyutlanmak için, elit bir sınıfın uzaydaki bir gezegende yaşamayı seçmesi gibi ütopik konusuyla, Blomkamp’ın bilim-kurguda söyleyecek sözünün bitmediğini gösteriyordu. Bu film ilki kadar etkileyici değildi.

Kendisi adına düşünüp, hissedebilen ve tavır koyan ‘Chappie’ robotuyla, şiddet dolu dünyamızda masumiyetimizi kaybetmeme çabasını anlatan Blomkamp, filminin naif yapısıyla sadece eğlendirmeyi ve hoşça vakit geçirtmeyi amaç edinmiş.

Bu hızlı, cilalı, sürükleyici, esprili filmin verdiği mesajlara rağmen felsefi bir arka planı ve derinliği yok Anti-militarist yaklaşımıyla bilinen iyilerle kötülerin savaşını film, ustalıklı bir mizah ile ironik bir bakış açısıyla anlatmakla yetiniyor.

Şehirdeki suç trafiğini yöneten, robotlar çıkmadan önce polislere ağır zayiatlar veren bir çetenin ölümcül faaliyetlerin robot-polisler tarafından engellenmeye başlanmasıyla kötü kişiler kendilerine karşı büyük bir tehdit olarak gördükleri bu robotlardan birine sahip çıkmaya çalışırlar.

Kendisini yaratan mühendis Deon’un kontrolünden çıkan Chappie çeteye bu fırsatı verir. Ancak Chappie bir karı-kocanın yönettiği küçük bir çetenin eline geçer. Robotların asayişi koruduğu yakın bir gelecekte, akıllı bir robotun suçluların eline geçince olabileceklerini film yerli yerinde göndermeler eşliğinde anlatarak izleyicisini düşünmeye davet ediyor.

Henüz 35 yaşında, bilim-kurgu türüne yeni bir soluk getiren Neill Blomkamp, senaryosunu Terri Tatchell’le birlikte yazdığı filmde, sosyolojik göndermeleri ile bugün yaşadıklarımız hakkında bizleri düşünmeye davet ediyor.

Oyunculara gelince… Yönetmenin fetiş oyuncusu Sharlto Copley’in ismini jenerikte ilk sırada okuyunca sevindik. Ama film boyunca hangi rolü oynadığını kestiremedik. Final jeneriklerinde ise Copley’in robot Chappie’ye hareket yakalama tekniği ile can verdiğini öğrendik.

İngiliz yönetmen Danny Boyle’un 2008 yılında sekiz Oscar ödülü kazanan ‘Milyoner/Slumdog Millionaire’ filmiyle sinemaya kazandırdığı Hint kökenli aktör Dev Patel, aradan geçen yedi yılda olgunlaştığını, genç dâhi Dean tiplemesiyle kanıtlıyor.

Filmde canlandırdığı ‘kötü adam’ karakterini karikatürize ederek oynayan Avustralyalı Hugh Jackman’ın Zorlu’daki canlı performansında gördüğümüz kadar, her kalıba ustalıkla girebilen yaman bir sanatçı olduğuna kanaat getiriyoruz.

‘Elysium’daki kötücül kadın kahramanın (Jodie Foster) bu filmdeki yumuşatılmış karşılığı CEO’da Sigourney Weaver’in bilinen rahatlığıyla durumu kurtardığını görüyoruz.

Suç örgütü karı-koca Ninja-Yolandi ikilisini, Güney Afrikalı rap gurubu elemanları Ninja ile acayip isimli, acayip saç şekli olan Yo-Landi Vi$$er canlandıyorlar. Gerçek hayatta da evli olan, adeta başrol gibi filmi sürükleyen ikili senaryodaki ince mizahı aktarmada başarılı oluyorlar.