“Türkiye artık ittifak kurabilme gücünü kaybetti”

Bu hafta konuğum, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından Ekonomik ve Dış Politika Araştırma Merkezi (EDAM) Yönetim Kurulu Başkanı Sinan Ülgen. Kendisiyle Türkiye’nin uluslararası profili, bölgesel rolü, çözüm bekleyen dış politika sorunları ve geleceğe yönelik öngörüleri de içeren keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik

Selin NASİ Söyleşi
18 Şubat 2015 Çarşamba

Okuyucularımız için EDAM ve faaliyetlerinden bahseder misiniz?

Edam’ın on yıllık bir geçmişi var. Zamanında Kemal Derviş’le beraber kurduk. Kemal Bey Birleşmiş Milletler’e gidince ben devraldım ve o günden bu yana başkanlığını yürütüyorum. EDAM’ın kuruluş amacı Türkiye ile dış dünya arasında köprü olmak. Dolayısıyla hem Türkiye’deki tartışmaları dışarı yansıtmaya, hem de dünyadaki çeşitli konularda Türkiye’deki bakış açısını dışarı vermeye çalıştık. İç politika meselelerinden mümkün oldukça uzak durmayı tercih ettik.

Bugün EDAM dört ana tema çerçevesinde çalışmalarını yürütüyor. Birincisi Türk dış politikası. Bunun içerisinde AB ile ilişkiler ağırlıklı olarak yer alıyordu ilk yıllarda. İkincisi güvenlik politikası. Burada NATO ile ilişkiler, Suriye meselesi, kitle imha silahları gibi konular ele alınıyor. Üçüncü temamız uluslararası ekonomi; bu bağlamda Türkiye’nin G20 gündemine katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz yıl da yaptığımız çok ilgi çeken, bu yıl da çalışması içinde olduğumuz, Türkiye’de illerin rekabetçiliğine dair bir analiz çalışması var. Sonuncu olarak da enerji ve iklim değişikliği üzerine bir programımız var. Son yıllarda Türkiye’nin nükleer enerjiye geçiş sürecini çalıştık. Bunun emniyetli ve güvenli olması için neler yapılması gerektiğine dair analizlerimiz oldu. Bunun haricinde EDAM’ın organize ettiği düzenli etkinlikler de var. Ve bu sayede de geçen on yıllık sürede yurtdışında en çok tanınan düşünce kuruluşu olduk. Bu durum en son University of Pennsylvania’nın yapmış olduğu dünyanın en iyi düşünce kuruluşları listesine yansıdı. Türkiye’nin dahil olduğu MENA bölgesi içerisinde dördüncü sırada yer aldık, yani en yüksek sıralamayı alan Türk kuruluşu olduk. Dünyada en iyi savunma enstitüleri arasında 15. sırada, en iyi düşünce kuruluşu etkinliği listesinde 10. sırada yer aldık. Bu listelere dahil olmak bizim için şevk kaynağı çünkü alanımızda yaptığımız çalışmanın değerlendirilmesi zor. Uluslararası ortamda kabul görmüş bir derecelendirme çalışması hem tanınırlık hem de güvenilirlik sağlaması açısından önem taşıyor.

Uluslararası ilişkiler alanında faaliyet gösteren bir kurumun başı olarak, Türkiye’nin son beş yılda uluslararası profilinde bir değişim gözlemliyor musunuz?

Türk dış politikasında 2011 yılının bir kırılma noktası olduğunu ifade etmek mümkün.

Arap Baharı mıdır bu kırılma noktası?

Tabi. Arap Baharı şöyle bir yanılsama yarattı. Türkiye bölgede otoriter rejimlerin yıkılmasının ardından demokratik prensipler kabul edildiğinde, halk nezdinde daha fazla desteğe sahip olan siyasal İslam’la partilerin iktidara geleceğini öngördü. Kendi geçmişinde de siyasal İslam’la bağı olan AK Parti üzerinden Türkiye’nin bu ülkelerdeki siyasi etkinliğini artırması, adeta Ortadoğu’nun en güçlü ve en etkin ülkesi haline geleceği beklentisi vardı. Gelişmeler bu yönde olmadı. Önce Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarı çöktü. Türkiye Müslüman Kardeşler bağlantısını fazlasıyla ön plana çıkartan bu politikasında ısrarcı olduğu için, hem ikili düzeyde hem de bölgesel olarak Körfez ülkeleriyle ilişkileri gerginleşti, sorunlu hale geldi. Nihayetinde Türkiye bugün 2011’de olduğundan çok farklı bir yerde. Örneğin, Türkiye 2009’da BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine aday olduğunda 151 oy almıştı. En son geçtiğimiz yıl ekim ayında tekrar aday olduğunda 64 oy alabildi. Buradan Türkiye’nin ne kadar zemin kaybettiğini görüyoruz. Dış politikada güç, özünde ittifaklar yapabilme gücüyle özdeşleşiyor. Ne kadar sağlıklı, çok taraflı ittifaklar yapabilirseniz ve gündeminizi bu ittifaklar suretiyle ilerletirseniz, o kadar dünya sahnesinde etkin bir ülke olursunuz. Türkiye bugün artık ittifak kurabilme imkanını zayıflatmış bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Bugün Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri sorunlu. Bölge ülkeleriyle ilişkileri sorunlu, ABD’yle ilişkileri de kolay değil.

ABD ile ilişkilerin gerginleşmesinin, özellikle Ortadoğu politikalarında ayrışmalarına ve Obama yönetiminin Suriye’de Esad rejimine yönelik askeri bir müdahaleden vazgeçmesine paralel geliştiğini söyleyebilir miyiz?

Türk-Amerika ilişkilerinde yaşanan ayrışmanın tek nedeni dış politika değil, Türkiye’deki iç gelişmelerinin de bunda payı var. Demokratikleşme, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda son dönemde geri adım atılmış olması bir etken. Kırılma noktası bu anlamda Suriye değil, Gezi’dir. Demokrasilerde asıl olan barışçıl muhalefet imkanına, hükümet, tepkisini ağır bir polis darbesiyle gösterdiği için Türkiye’nin yurtdışındaki imajı, ABD ile ilişkileri de ağır bir darbe aldı. Tabi dış politika alanında da sorun sadece Suriye meselesi değil. Burada Türkiye’nin Müslüman Kardeşler politikası, bir türlü normalleşemeyen Türkiye-İsrail ilişkileri de diğer ihtilaf kaynaklarıdır.

Bir taraftan kurumsal düzeyde AB ile ilişkilere ağırlık veren hedefler ortaya konuyor. Diğer yandan  lider bazında keskin ve köşeli mesajlar gidip gelmekte. Sizce AB ile üyelik hedefi rafa mı kalktı? Ve ilişkiler bundan böyle üyelik konusunun etrafından dolaşarak mı sürdürülecek?

Rafa kalktığını söylemek istemem. İki tarafta da resmi hedef olarak kabul ediliyor. Ama pratikte ilişkiler bir krizden geçiyor. Son dört yıl içinde sadece tek bir müzakere faslı açıldı. AB içinden çıkan ilerleme raporları her yıl daha ağır bir nitelik taşımaya başladı. Bunun da nedeni Gezi’den ve 17 Aralık’tan sonra Türkiye’de demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü alanında atılan adımların geriye gitmiş olması. Özgürlük sahasının açılmasından ziyade özgürlük alanını daraltıldığı imajı veriyor Türkiye.

Dış konjonktür daha otoriter bir Türkiye’ye geçit veriyor mu sizce?

Türkiye ekonomi politiği olarak, öyle bir geleceğe yönelemez diye düşünüyorum ben. Çünkü Türkiye ekonomisi dünyaya çok daha fazla entegre bir ekonomi. Rusya veya Venezüella gibi doğal kaynağa sahip olmayan bir ülke. Yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 75’i AB’den geliyor. Dış ticaretin yüzde 45’i AB ile. Türkiye’nin gelişebilmesi için sürekli daha fazla teknoloji ithal etmesi lazım. Kendi üretimini daha katma değerli hale getirebilmesi lazım. Siyaseten ait olduğu ittifaktan uzaklaştığı ölçüde bunun ekonomiye de etkisi olacak. Türkiye’nin yurtdışında algısının önemli bir etkisi var. Hukukun üstünlüğünün erozyona uğratıldığı, bağımsız bir yargının olmadığı bir ülkeye bu tip ekonomik yatırımları çekebilmek çok daha güç hale gelecek. Bunun da Türkiye ekonomisine, büyüme performansına, istihdama etkileri olacak. Zaten oluyor da. Türkiye’nin 2000’li yıllarda ortalama yüzde 5 olan büyüme perspektifi son birkaç yıldır yüzde 3’e düştü. Kişi başına gelir 2002 yılında 2500  dolardan 2007 yılında 10 bin dolara yükseldi. Bugün hâlâ 10 bin dolarda. Yedi yıldır baktığımızda reel anlamda bir zenginleşme yok Türkiye’de.

Peki, inşaat sektöründe büyümeye yaslanan bir ekonomi sürdürülebilir mi?

Tabi ki sürdürülemez. İnşaat bir ölçüde bu büyümeye katkıda bulunuyor ama uzun erimli bir büyüme modelinin temel dinamiğini oluşturamaz. Bunu yapabilmek için üretimin daha işlenmiş, katma değeri yüksek hale getirilmesi lazım. Daha farklı sektörlerde de rekabetçiliğini artırması lazım.

İşgücü açısından örneğin…?

İşgücü açısından da daha ileri düzeyde ekonomik kalkınmanın taşıyıcısı olacak nitelikte bir işgücü yetiştirebiliyor muyuz sorusu sorulmalı. Bu tabi milli eğitim sistemiyle de yakından bağlantılı. OECD tarafından yapılan PİSA sıralamalarında zaten sonuçları görüyoruz. Türkiye’nin biraz ilerleme kaydetmiş olmasına rağmen yeterli noktada olmadığı açık. Çok uluslu şirketler yatırım planlarını yaparken gelişmekte olan ülkelerin bir analizini yaparlar. İşgücünün niteliği yatırım tercihleri açısından önemli bir etkendir.

G20 zirvesinden neler beklemeliyiz?

G20’nin iki açıdan faydası olacak Türkiye’ye. Birincisi G20’nin başkanlığını devralmış bir ülke olmak, yurtdışında Türkiye imajını güçlenmesine katkıda bulunacak. Bunun haricinde G20 gündemini yönlendirme imkanı sağlıyor bu liderlik. Orada da Türkiye’nin bazı öncelikleri var. Geçmiş dönemden kalan G20 gündeminde bazı konuların hayata geçirilmesine, uygulanmasına öncelik atfedilecek. Daha önceleri maliye bakanlarının toplandığı bir forum olmaktan günümüzde bir liderler forumuna dönüştü ve daha kapsayıcı bir hal aldı. Türkiye KOBİ’lerin uluslararası ticaret sistemine katılımı meselesini G20 gündemine taşımak istiyor. Üçüncüsü de G20 dünyası dışındaki ülkelerle G20 ülkeleri arasındaki bağları güçlendirme görevi üstlenmiş durumda. Özellikle MENA bölgesinde.

Donmuş dış politika sorunlarımıza gelirsek...Syriza’nın iktidara gelmesi Kıbrıs sorununa yeni bir bakış getirebilir mi?

Maalesef bu olmayacak diye düşünüyorum. Aslında keşke Syriza tek başına iktidara gelmiş olsaydı. Koalisyonu paylaştığı Bağımsız Yunanistan Partisi aşırı sağ bir parti; ana konularından biri Kıbrıs ve bu konuda daha az uzlaşmacı. Bunu ilk günden ortaya koymasa da zaman içinde ağırlığını hissettirecektir. İkincisi, Yunanistan’ın Avrupa ile müzakeresi sonucunda göreceğiz. Ilımlılaşacaklar mı yoksa Euro’dan çıkacaklar mı? Syriza’nın Rusya’dan önemli ölçüde destek aldığına dair işaretler var. Rusya yakın zamanda Yunanistan’a mali desteğini artıracağını söyledi. Son dönemde Kıbrıs’ta askeri üs verilmesi söz konusu. Rusya’nın Syriza üzerinden Yunanistan dış politikasına etkisi artacak. O da Kıbrıs sorunu açısından olumlu bir gelişme değil.

Türkiye-İsrail ilişkilerine gelelim. İlişkilerde gerilimin dozu neden sürekli artırılıyor? Bu tür bir baskıdan umulan nedir tam olarak? En son Münih Güvenlik Konferansı oturumundan çekildik İsrail’in katılımı sebebiyle?

Bence çok hatalıydı. Dışişleri Bakanımızın aynı oturumda bulunmak istemeyişini bir dezavantaj olarak görüyorum . Çünkü Türkiye’nin İsrail ile bir derdi varsa bunu zaten ifade edebilme olgunluğuna ve becerisine sahip bir devlet. Bundan geri adım atılmaması gerekir. François Mitterand’ın bir sözü vardır: “Olmadığınız yerde sürekli haksız çıkarsınız,” diye.

Genel olarak Türkiye-İsrail ilişkilerini değerlendirirsek, diplomatik alanla ekonomik alanda ilişkiler paralel gitmiyor.

Orada ben bir tezat görmüyorum. Türk ekonomisi devlet tarafından yönetilen bir ekonomi değil. Türkiye özel sektörün ağırlıklı olduğu bir ekonomi ve özel sektör de kendi menfaatleri neredeyse bu yönde ilerliyor. Bu açıdan İsrail  bölgedeki en gelişmiş ekonomi olarak uygun bir ticari aktör olarak karşımıza çıkıyor.

Siyasete geri dönecek olursak... Gerilimin nedeni Filistin sorunu bağlamında oluşmuş hassasiyet. Bugün geçmişten daha farklı bir hassasiyet söz konusu. Türkiye Filistin meselesini geçmişte bu denli iç siyasetine taşıyan bir ülke değildi. Son dönemde  dış politika ile iç politika çok fazla iç içe geçti. Demokratik toplumlarda iç ve dış politikanın bir dereceye kadar birbiriyle etkileşimi doğal çünkü dış politika konularında da kamuoyuna hesap vermek gerekiyor. Ama Türkiye’de bu aşırıya kaçtı. İç politika çok daha kısa vadede sonuç alınması gereken bir alan olarak karşımıza çıkıyor, örneğin seçim dönemleri gibi... Dış politika ise bazen jenerasyonlar boyunca sürdürülmesi gereken, sonucunu hemen almayacağınız ve uzun dönemli tahliller çerçevesinde ilerletmeniz gereken bir alan. Bu ikisi birbirinin içine geçince ve dış politika iç politikaya endekslenince dış politika zarar gördü. Türkiye’nin dış siyaset alanında asıl menfaati nedir ona odaklanılması gerektiğini düşünüyorum.

TÜRKİYE BÖLGESEL SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ AÇISINDAN VAZGEÇİLMEZ BİR ÜLKE Mİ?

Evet, vazgeçilmez bir ülke ama bunların çözümüne olumlu katkı yapma kapasitesini zaafa uğratmış bir ülke aynı zamanda. Çünkü bölgesel sorunların çözümüne yönelik ittifakların bir parçası değil. Suriye, Irak, Kıbrıs, Mısır gibi konuları açısından bu böyle. Bu hem Türkiye açısından bir zaaf hem de bölge barışı bakımından -Türkiye’nin böylesine bir rolü oynayamamış olması- kaçırılmış bir fırsat.

Geçtiğimiz günlerdeki gelişmelere değinirsek, Rojava’dan (PYD ve YPJ’den) iki temsilcinin Fransa’nın Elysée Sarayı’ndan ağırlanmaları; ilk kez geçen yıl eylül ayında ortaya atılan Kuzey Irak ABD üssü kurulacağına dair haberlerin tekrar gündeme gelmesini nasıl okumalıyız?

İkisi bence farklı konular. PYD temsilcilerinin Elysée’de ağırlanmış olmaları nihayetinde Kobani sonrasında Suriye tarafındaki Kürt oluşumunu temsil eden hareketin meşruiyet kazanımını gösteriyor. IŞİD’in yenilgiye uğratmış ve uluslararası düzeyde daha yüksek bir prestije ulaşmış olduklarını görüyoruz.

Amerika’nın üs açacağına ben pek ihtimal vermiyorum. Irak’ın geleceği hâlâ belirsiz. Irak’ın Bağdat’ta intihar saldırıları devam ediyor. Maliki sonrası hükümet nispeten doğru adımları atmaya başladı. Daha temsili ve kapsayıcı bir yönetim var. Kuzey Irak’ın geleceği hakkında belirsizlik varken ABD’nin üs açma girişimi, onu doğrudan Irak’ın iç meselelerine taraf yapacaktır. Oysa Obama’nın son dönem politikası bilakis Amerika’yı Ortadoğu’dan çıkarabilmek üzerine. Irak’tan ve Afganistan’dan çıkmıştı zaten.

Bölgesel bir rakip doğuyor şeklinde yorumlamamak gerekiyor o halde.

Ben kesinlikle rakip olmadığını düşünüyorum.

Son olarak, Bülent Arınç’ın yakın zamanda Türkiye’nin yönetilebilirlik” zaafına atıfta bulunduğu bir konuşması oldu. Siz seçimler sonrası nasıl bir Türkiye bekliyorsunuz?

Bugün Türkiye uzlaşma yoluyla yoluna devam edebilecek bir ülke niteliğini yitirdi. Bir süreden beri sayısal çoğunluk esasına göre kararların alındığı ve hayata geçirilmeye çalışıldığı bir ülke. Bunun sınırlarına gelindiğini düşünüyorum. Seçimler sonrasını ise meclis aritmetiğinin nasıl şekilleneceğine göre tekrar değerlendirmemiz yerinde olur.