Kayadez*

Çocukluğumuzdan beri böyle duymuş, görmüşüzdür. Türk insanı misafirperverdir. Kendine dahi göstermediği özeni, hürmeti, saygıyı misafirine gösterir. ‘Tanrı misafiri’ sözü böyle yerleşmiştir dilimize, misafir yanında sıcaklık, barış duygusu ön plandadır. Kim olursa olsun ister yakını, ister bir yabancı, misafir zor durumda bırakılmaz. İçimde yıllarca tanıdığım, misafiri olduğum Anadolu insanının sıcak duygularıyla gitmiştim Salı sabahı Ankara’ya.

Mois GABAY Köşe Yazısı
4 Şubat 2015 Çarşamba

Aynı yolda, işine, ailesine, okuluna bir günlüğüne ara veren 170 dindaşım gibi… 

27 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanları’nı Anma Günü bu yıl ilk kez Ankara Bilkent Üniversitesi’nde resmi bir törenle ve devlet büyüklerimizin katılımı ile gerçekleşecekti. Türk Yahudileri üzerine bu kadar yazılıp çizildiği, nefret söylemini en yoğun hissettiğimiz bir yılı geride bırakırken, içimiz bir umutla dolmuştu. Bir zamanlar 3500 Yahudi’nin yaşadığı, şimdi ise 30 kadar dindaşımızın kaldığı başkentimize bir günlüğüne misafir olacaktık. Türk Musevi Cemaati’ni bu törende temsil etmenin gururu, yaşamını kaybedenlerin hüznü ve Ankara’ya olan merakla çıktık yola.

Esenboğa Havalimanı’na vardığımızda kafile içinde ilk dikkatimi çeken Hahambaşı Rav İsak Haleva’ydı. Alınan güvenlik tedbirleri bir yana, herşeyin eksiksiz olması için Hahambaşılık yönetimi ile el ele, herkes burada mı diye etrafı izlemekteydi. Hem halkın adamı hem de dini lideri olmak böyle bir duygu olsa gerek. Nitekim günler öncesinden bu anma töreninin, nisan ayında dinen kurbanları andığımız Yom Aşoa töreni dışında ayrı bir önemi bulunduğu belirtilmiş, toplumumuz bireyleri de yediden yetmişe temsilcileri ile katılacaklarını bildirmişlerdi. Ankara’daki anmada sayıca daha çok olmak amacı ile seyahatin yemek ve yol masraflarının bir bölümü de Hahambaşılık bütçesinden karşılanmıştı.  Havalimanından şehre doğru yola çıkarken, otobüslerin etrafındaki güvenlik tedbirlerine üzülmüş, rehber olmak için katıldığım Doğu turundaki günlerimi anımsamıştım. Bundan yıllar evvel en son Diyarbakır’da gezmiştim eskortlu otobüslerle. Kaderine terk edilmiş, tarihi bir miras Ankara Sinagogu’nun bakıma muhtaç haline mi üzülsem, yoksa kendi ülkemde neden korkmak zorunda olduğumu mu düşünsem derken, saatler hızla geçti. Geriye kalan, Anıtkabir’de yapılan resmi törenden ve Ankara Sinagogu’ndan tarihe geçecek özlem ve gurur dolu fotoğraf kareleriydi. Bilkent Üniversitesi’nde alınan yemek sonrası Bilkent Konferans salonunda, asıl geliş amacımız, Holokost anması için buluşmuştuk.

Anma töreni süresince değerli konuşmacıların kimileri daha evvel telaffuz bile edilmeyen konulara yönelik cesur sözleri, içimizdeki umudu kuvvetlendirmiş, evlerimize bu vatanın temel bir unsuru olarak döndüğümüz inancımızı arttırmıştı. Ta ki, değerli devlet büyüğümüzün bizi üzen, korku toplumunda yaşadığımızı hatırlatan sözlerine dek… İşte o zaman düşündüm, hepimizin içini kemiren ‘bizden’ ve ‘bizden olmayanlar’ gibi keskin ayrımları.70 yıl önce, daha mevzu bahis devlet bile kurulmadan, insanlık neredeydi diye sorguladığımız bir vahşetin, bir daha tüm insanoğlu adına yaşanmaması için toplanmamış mıydık? ‘Ben seni ayırıyorum, sen de kendini ayır’ baskısı ile misafir olduğumuz salonda Ortadoğu sorunlarını konuşmanın gereği var mıydı?

Konuşma biter bitmez bir an salonu terk etmeyi düşündüm. Eminim bu düşüncemde yalnız değilimdir. Ancak misafir olma duygusu, anmaya olan saygımız ve de en önemlisi bir toplumu temsil ediyor olmamız bu dürtümü engelledi. Yaşanılan durum sonrası, en çok bu anma törenine günlerdir hazırlanan cemaat yönetimini düşündüm. Konuşma bitimi tepkisini alkışlamayarak gösteren dindaşlarımız yanı sıra, ‘Kayadez’ geleneğimiz işlemiş, herhangi bir kırgınlık belli etmeden ayrılmıştık salondan. Gerek cemaat yönetiminin gerekse de katılımcıların ifadelerinde bir çuval incirin berbat olmasının üzüntüsü kalmıştı geriye. Hakkını vermeden geçemeyeceğim, kıymetli bilim insanlarımızın yaptıkları özenle seçilmiş konuşmalar, başta Başbakanımız olmak üzere değerli mesajları ile anmaya olan duyarlılıklarını dile getiren devlet büyüklerimiz içimizde bir tutam umut bıraksa da dönüş uçağında geriye kalan, yaşadığımız şok ve acı deneyimdi. Ertesi sabah dostlarımla duygularımı paylaştım. Hep beraber düşündük neden böyle sessiz, gerçeklerimizi saklayarak yaşamak zorunda bırakıldığımızı.  Belki de bu durumun kökeninde yatan şey, her an korkuyla, her an gizlilikle, her an güvenlikle büyüyen bir nesil olmamızdandı. Akşam eve döndüğümde karar vermiştim. Her türlü anma siyasi erkândan uzak, halk içinde vatandaşın desteğiyle yapılmalıydı. Hele ki, cemaatin hem dini hem de seküler kesiminin katıldığı bir törende, misafir olduğumuz salonda tüm Yahudi toplumunu homojen düşünüp, tartışma platformu yaratmak o akşama yakışmadı.  İşte bu sebepten ki, şimdilik az katılımcıları olsa da sivil toplum kuruluşlarının bu yıl ilklerini gerçekleştirdiği Holokost anma töreni, verilen konferanslar bizler için önemli olmalıdır.  

Tercihlerimiz nedeni ile gizlenmek zorunda olmayacağımız, farklılıklarımızın zenginliğiyle birbirimize sahip çıkacağımız bir gelecek ümidiyle…

Not: Kimi dostlarımız cemaat yönetimine ‘Bu çocuğa neden böyle yazılar yazdırıyorsunuz?’ diye sitem ediyorlarmış. Şöyle bilinsin ki, bu yazıları özgür irademle kimsenin baskısı altında kalmadan veya adamı olmadan, düşündüklerimin tarihe kayıt düşülmesi için yazıyorum.  Kendi konfor alanımızdan çıkıp, değişim yaratmak için bir nebze de olsa çaba gösterebiliyorsak ne mutlu bizlere…