Liz Behmoaras’ın beklenen son romanı Sen bir başka gittin…

Gitmek… Doğduğun şehirden ya da sevdiğinden gitmek… Bazen bir kaçış bazense kalamamaktır; ama her ikisi de bir yokluğun tarifidir.

TUNA SAYLAĞ Sanat
4 Şubat 2015 Çarşamba

Gitmek… Doğduğun şehirden ya da sevdiğinden gitmek… Bazen bir kaçış bazense kalamamaktır; ama her ikisi de bir yokluğun tarifidir. Liz Behmoaras’ın son romanı ‘Sen Bir Başka Gittin’i okurken Kavafis’in ‘Şehir’i hiç peşimi bırakmadı. Mardin-İstanbul- Paris üçgeninde geçen hikâyede bir yandan, uzun yıllar sonra doğduğu köyde benliğinin izini süren Süryani gazeteci Efrem’in ruhunu acıtan hatıraları, pişmanlıkları ile hesaplaşmasını izlerken, diğer yandan yaşamın sürprizlerle dolu olduğunu, maziyle barışılabileceğini ve yeni bir başlangıç için hiçbir zaman geç olmadığını anlıyoruz. Behmoaras ile romanını irdeledik

 

 

Kitabın konusu ilk kez ne zaman aklınıza düştü?

Kitabın konusu değil de ilk sahnesi, dört beş yıl kadar önce aklıma düştü diyebilirim.  Arkadaşlarla birlikte sıcak bir eylül günü Turabdin’deydik, (Mardin Midyat civarındaki bölge)  arabayla Dargeçit köyünün önünden geçiyorduk ve karşımıza otostop yapan takım elbiseli, yaşlı bir adam çıkmıştı; yarım yamalak bir Türkçeyle, bizden onu Mardin’e götürmemizi istemişti; bir düğüne gidiyormuş…  Ancak şoförümüzün yarı Türkçe yarı Arapça takılmalarına galiba sinirlenip yarı yolda inmişti. Kel dağlar arasındaki çorak yolda giderek uzaklaşan siluetine bakarken, içim burkulmuş, kafamda pek çok soru işareti belirmişti.  Kimdi bu adam, nereden gelip nereye gidiyordu, kimlerin düğününe? Aklı başında mıydı, değil miydi? Yol arkadaşlığı yaptığımız o kısa süre içinde hakkında hiç bir şey öğrenememiştik ve hiçbir zaman öğrenemeyecektik. Yeni romanıma gerçekten yaşanmış olan bu sahneyle başlayıp sonrasını kurgulamaya, sanırım o gün karar verdim.  

Romanın günümüzde geçmesi, arka plandaki aktüel siyasi ve sosyal olaylar, güncel sorunlar, birebir Mardin ve Kuzguncuk mekânları, anlatıma dinamizm katarken hikâyeyi de sahici kılmış. Bu örgüye nasıl karar verdiniz?

Bundan önceki söyleşide, dönem romanı yazmaya ara verip yeni eserimi bizzat görüp dokunabildiğim bir dekorda, içinde yaşadığım bir zaman diliminde kurgulamak istediğimi galiba belirtmiştim… Öyle de yaptım: Olaylar 1911 ila 1912 yılları arasında, yeni tanıyıp âşık olduğum Mardin ve civarında, kendimi bildim bileli kült şehrim olan Paris’te ve şu anda yaşamakta olduğum Kuzguncuk’ta başlayıp gelişiyor. 

Efrem henüz çocukken, ailesiyle birlikte doğduğu topraklardan ayrılmış ve ana yurduna dönmekten hep kaçınmıştı. Bu bağlamda kökenlerin, kendi varoluşunu anlamlandırmak isteyen bir insanın hayatındaki rolü nedir sizce?

Kökenler, insanı toprağına, aslına bağlar. Onlardan kopmak imkânsızdır. Nitekim her ne kadar Efrem Paris’teyken kızına, “Zaman içinde ben tek ülke olarak mesleğimi gördüm ve görmeye devam ediyorum” dese de sonuçta, anavatanına, dahası doğduğu köye kısmen de olsa dönüyor ve halkının tarihçesini yazmayı tasarlıyor.

Efrem, sadece köyünden değil Ayda’dan da gitti bir daha hiç dönmemecesine… Zuhal ile çıktığı yeni hayat yolculuğunda vicdan azabı nihayet onu azat edecek midir? Ne dersiniz?

Belli olmaz. Efrem’in o çok kırılgan, çok karmaşık ruhsal yapısı, bir süre sonra onu yeniden mutluluktan kaçmaya itebilir.  Unutmamalı ki o, ilk ve en önemli ilişkisinde onulmaz yaralar almış biri. Yine onun sözlerinden alıntı yapayım. Ayda için, “Kendini adeta öldürmek istiyordu ve bunu yaparken girdabın içine beni de çekmek… Başardı da… İkimizi de bir şekilde yok etti”  diyor. Ayrıca “Ben ne yaptım? Hiç. Kaçarcasına uzaklaştım” diye itiraf etmesinden anladığımız gibi, ona yardım etmediği için de suçluluk duyuyor.  Bunlarla baş edebilecek mi? Böylesi acılı bir geçmişle baş edilir mi? Buna evrensel bir yanıt değil ancak kişisel yanıtlar vardır.  Efrem’in zaman içinde nasıl bir yanıt vereceğini tam olarak tahmin edemediğim için, romanı biraz da yoruma açık şekilde sonlandırdım. Zaten bu şekilde bitirmeyi seviyorum romanlarımı. Daha doğrusu bitirmemeyi! Roman gibi son bulmasın, hayatın ta kendisi gibi akıp gitsin, devam etsin isterim. Yoruma açık olsun…

Mardin mimari, tarihi, sanatsal değerleri olan ve farklı kültürlere, dinlere ev sahipliği yapan kadim bir kent. Şehri, romanınız içinde konumlandırırken nelere dikkat ettiniz?

Her kitabın ön hazırlığında yaptığım gibi, uzun bir araştırma süreci yaşadım. Süryani Cemaati’nden her kesimden insanlarla konuştum. Şehrin, dahası yörenin mimarisi ve tarihçesi hakkında pek çok eser okuyup mimar bir arkadaşımdan bilgi aldım. Yörenin efsanelerini, adetlerini araştırdım, yemeklerini tattım, müziğini dinledim, kiliselerinin günlük kokusunu soludum, çorak topraklarında gezdim. Hatta oranın doyum olmaz gün batımıyla gün doğuşunu daha iyi betimleyebilmek için bir gecemi bir köyde geçirdim.

Romanınızın, daha öncekilerde pek rastlamadığım, hemen hemen her bölümünde farklı edebiyatçılardan alıntılar var; bunların eserinize nasıl bir anlam kattığını düşünüyorsunuz?

Anlam katar mı katmaz mı, bunu pek düşünmedim. Romanın başlıca dekorlarından biri Turabdin yöresi, en önemli temalarından biri ise geçmiş, geçmiş ile hesaplaşma… İlkini Murathan Mungan anlatır, diğerini de Pessoa işler pek çok eserinde. Bunu o kadar güzel yaparlar ki, ben susayım biraz onlar konuşsun diye düşündüğüm oldu zaman zaman… Bu ustalara ve daha başkalarına, metnin içinde birkaç satırlık yer verip geriye çekildim.  Bazen de bu tür alıntılara diyaloglarda rastlanıyor. Özellikle Efrem konuştuğunda… Bunu hoşlandığı kadını yani Zuhal’i etkilemek için de yapıyor olabilir. Unutmayalım ki, Efrem’in değer ölçülerinde kültür önemli bir yer işgal ediyor. Başarı onun için çok para kazanmak değil, çok bilgili olmak ve çok iyi yazılar yazmakla eşdeğer.   

Bir azınlık mensubu olarak başka bir azınlığın romanını yazarken olumlu-olumsuz ortak duygular hissettiniz mi?

Dinsel azınlık mensubu olarak kitabımda Süryanilerle buluştuğum ortak noktalar oldu elbette. Ama açıkçası romanımda azınlık mensubu olmanın getirdiği kimlik sorunsallığına fazla bir yer vermedim. Bu sorunsallık, satırlar arası hissedilse de genelde ikinci planda kalıyor…  

Gündoğumu betimlemeleriniz çok şiirsel; bunu birebir deneyimlediniz mi?

Elbette… Doğru hatırlıyorsam iki kez Mardin’de, Mezopotamya ovasına bakan bir otelin penceresinden, bir kez de daha önce belirttiğim gibi köyde, eski bir evin taraçasından… 

Bu topraklarda farklı kültür ve dinlerin kardeşçe, düşmanlık gütmeden yaşayabilmeleri bir gün mümkün olacak mı sizce?

Zuhal ve Efrem gibi iyi niyetli ve bağnazlıktan uzak insanlar var oldukça, neden olmasın? Umudu asla yitirmemeli…