Miskinler Tekkesi üzerine düşünceler

Yıllar sonra yeniden Reşat Nuri Güntekin romanı okudum: Miskinler Tekkesi. Bu romanı okumamın nedeni, Selim İleri’nin iki hafta önce bu kitabı önermiş olmasıydı. Radikal Kitap’taki köşesinde; “Miskinler Tekkesi okunmamışsa okunması, okunmuşsa, mutlaka yeniden okunması gereken bir roman!” cümlesi ile bitiriyordu yazısını.

Perspektif
4 Şubat 2015 Çarşamba

Orçun Üçer


Ortaokuldayım. Dönem ödevimi edebiyat dersinden almışım: Yaprak Dökümü’nü okuyup, yazacak ve anlatacağım… O güne kadar Reşat Nuri Güntekin’den tek satır okumamışım. Emir demiri keser, deyip kabul ediyorum çaresiz. Acaba nasıl bir roman, diye düşüne düşüne eve giden yolu adımlıyorum. Bir aralık, yol üstündeki küçük kitapçıya uğrayıp romanı soruyorum. Varmış. Parasını ödedikten sonra, eve gidene kadar yüzüne bakmayıp, merakımı tahrik ediyorum.

O günün öğleninden akşamına kadar, roman bitiyor. Nasıl bir haz içindeyim! Romanın konusu itibariyle içinde olmam gereken duygu haz değil hüzün olmalı; fakat anlatımı o kadar büyülüyor ki beni, olayları düşünecek durumda değilim! Reşat Nuri, bana roman okumanın o harika zevkini ilk tattıran sanatkâr oluyor böylece…

Bilmem, bugün okusam o kadar beğenir miyim Yaprak Dökümü’nü? Bunun cevabını, yeniden okuyarak öğrenebilirim. Ancak şu sıralarda okuduğum Miskinler Tekkesi’ni ölçü alırsam; Türkçesini beğeneceğimi; ama kurguda kopuklar olabileceği endişesine kapılma ihtimalini gizleyemeyeceğimi söyleyebilirim.

Evet, yıllar sonra yeniden Reşat Nuri Güntekin romanı okudum: Miskinler Tekkesi. Bu romanı okumamın nedeni, Selim İleri’nin iki hafta önce bu kitabı önermiş olmasıydı. Radikal Kitap’taki köşesinde; “Miskinler Tekkesi okunmamışsa okunması, okunmuşsa, mutlaka yeniden okunması gereken bir roman!” cümlesi ile bitiriyordu yazısını.

Romanı, İnkılâp Kitapevi’nin 1990 tarihli onuncu baskısından okudum ve bu baskıda pek çok imlâ hatası gördüm! Hem yeni baskılarında devam edip etmediğine bakmadığım hem de bu yazının meselesi olmadığı için, bu hataları sıralayacak değilim. Eğer şimdiki baskılarıyla mukayese eder ve hataların korunduğunu görürsem, o zaman bir eleştiri yazmak şart olmuş demektir.

Romanın konusu, kaba hâliyle; konakta büyümüş, izzet ikbal görmüş bir ailenin çocuğu olan (isimsiz) karakterin başından geçenler… Ama ne macera: Konak yaşantısından dilenciliğe!

Toplumsal eleştiri mi, toplumun tahlili mi?

Reşat Nuri, ne yapmaya çalışıyor bu romanla? Toplumsal eleştiri mi? Meşrutiyet, Mütareke, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İzmir’in işgali üzerinden toplumu tahlil mi? Bir insanın yaşama bakışındaki o umursamazlık, o sevgisizlikle, mühim olan şeyin merhamet olduğunu göstermek amacında mı?

Yanı başındaki zenginliğe rağmen kedilere verilen bir lokma ciğeri kapma yarışına giren Tamaşalık halkı üzerinden, ekonomik adaletsizlik mi?(1) Bütün bunları kendime soruyorum ve şu cevapla karşılaşıyorum: Bunların hepsi! Hem de eksiği var fazlası yok bir liste bu.

Yukarıda, Yaprak Dökümü’nden söz ederken, “Bilmem, bugün okusam o kadar beğenir miyim?” diye sormuştum. Bunun nedeni, Miskinler Tekkesi’nin yapısıydı. Evet, Reşat Nuri’nin Türkçesi çok iyi; evet, edebî hazzı yeterince yaşıyorsunuz okuyunca; toplumsal çarpıklıkları göstermedeki isabetinde, dilencilerin insanları nasıl sömürdüğünü anlattığı sayfalardaki gözlem gücüne alkış tutuyorsunuz (2); ama işte bütün bu iyi taraflar, bir romanı roman kılmıyor. Hepsi üst üste gelince, adeta yamalı bohçaya dönüyor!

REŞAT NURİ’NİN ROMANLARINDA RASTLANTILAR BÜYÜK YER TUTAR

Reşat Enis’in Ağlama Duvarı romanı hakkında yazarken, “Romanda anlatılan olayların hemen hepsi, hatırlamalara ve tesadüflere dayanır. Tesadüfün bir 'metot' olarak bu kadar fazla kullanıldığı başka bir roman, yok denecek kadar azdır zannederim” demiş ve romanın yapısını, kendi deyişimle ‘fragman-roman’ diye tanımlamıştım. Miskinler Tekkesi’nin bazı bölümleri de bu tanımımı çağrıştırdı bana. Sonradan Fethi Naci’nin dediklerine bakınca, yanılmadığımı gördüm: “Reşat Nuri’nin romanlarında, ‘rastlantılar’ büyük bir yer tutar; Reşat Nuri, olay örgüsünü geliştirmekte zorlandığı zaman hemen rastlantılara başvurur.”(3) 

Derdim anlaşılmıştır sanırım; Reşat Nuri’yi kötülemek değil amacım. Nasıl olabilir ki hem; o, roman sanatını bana sevdiren bir yazar. Günlerce Yaprak Dökümü’yle yatıp kalkan bir okur olarak sevgim nasıl samimiyse; şimdilerde okuduğu bir romanın bende bıraktığı izlenimler de o kadar samimi. Burada, bu romandaki beğendiğim yerleri, sahneleri tek tek sıralayabilirim. Okurken not alma âdetim olduğundan bu hiç zor olmaz; ayrıca, epey de yer tutar; çünkü hiç de az değil. Türkçesinin güzelliğinden, kaleminin cazibesinden, etkileyici psikolojik yorumlarından sayısız örnekler verebilirim ; “Çok kere başkalarında ayıplıyor gibi yaptığımız şeyler için, içimizde ne hevesler, ne hasetler çöreklenip yatar…” gibi [s.22]. Fakat bunu benim yerime, şüphesiz benden daha güzel ve daha ekonomik olarak, Tanpınar yapmış: “… o, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi.”(4) Evet, benim derdim, olması gereken (yahut en azından olmasına inandığım) şeyi bu romanda görememiş olmam: Bütünlük... 

 

FETHİ NACİ’NİN DEĞERLENDİRMESİ

 

Reşat Nuri Güntekin gibi ustalığını defalarca kanıtlamış ve kabul ettirmiş bir yazarı övmekten daha kolay bir şey yoktur. Herhangi bir romanının herhangi bir sayfasından pasaj(lar) alınsa, apaçık görülecektir bu durum. Zor olan, bir bütün olarak değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bunu yapanlardan biri Fethi Naci’dir: Reşat Nuri’nin Romancılığı, bunun kanıtı. O kitaba bakınca görülecek şeylerden biri, Reşat Nuri’nin iyi bir romancı olduğu gerçeği (hakikaten öyle); diğeri ise bazı romanlarındaki kurgusal bağların zayıflığıdır. Fethi Naci’nin çok sevdiğim yanlarından biri, işine olan saygısıdır. Bu öyle bir saygıdır ki; akşam dost meclisinde iki kadeh yuvarladığı edebiyatçı arkadaşının eserini, eğer hata gördüyse, ertesi sabah gazetedeki köşesinde sözünü sakınmadan eleştirir. Bu gerçek, Reşat Nuri için de geçerlidir şüphesiz: Bütün romanlarını incelemiş, hakkında iki yüz altmış sayfa kitap yazmış ve yazarlığını çok sevdiğini söylemiştir; ama çok sevdiği romanlarındaki sevme gerekçelerini sıralarken, gördüğü eksiklikleri, olmamışlıkları da açıkça, hatta bazen alaysı bir dille yazmıştır. Eleştirmenlik bunu (da) gerektirir: Ne görüyorsan açıkça söylersin. Doğrudur yahut yanlıştır… İşin bu ciheti, tartışıla tartışıla çıkacaktır ortaya.

 Bu yazım, klasik eserlerimizi eleştirel okumaya bir başlangıç olsun. Düzenli olarak olmasa da (okunacak o kadar kitap var ki, yaptığım düzenler ister istemez bozuluyor) belli aralıklarla bu okumaları yapacağım. Elbette en güzeli, söz konusu yazarın bütün ya da en azından birkaç eserini mukayese edip, kapsamlı incelemeler, eleştiriler yazmak. Elbette o da olacak ama zamanla. Her güzelliğe ulaşmak için gereken zaman… Meşhur sözde denildiği gibi çünkü: İstanbul (Roma) bir günde inşa edilmedi!

 

NOTLAR:

(1) “Kadifekale eteklerinde Tamaşalık denen bir mahallede gönlümce bir yer buldum. … Tamaşalık’ın ahalisi, Afrika zencileridir. Konaklardan çırak çıkarılmış yahut kaçmış sürü sürü Gülfidan bacılar (anlatıcı karakterin çocukluğunun geçtiği konaklarındaki halayık –o.ü.) ve onların erkekleri… (…) Cemiyet hâlinde fukaralığın bu derecesini, ben diyebilirim ki, başka hiçbir yerde görmedim. Kedi mancası satan Arnavut, mahalleye uğradığı zaman, bacılar etrafına üşüşürler, sırığın ucunda sallanan akciğerlerden bir parça kestirirler ve bunu kuru ekmek unundan bir hamura bulayarak, kapıların önünde yaptıkları çerçöp ateşinden tava ederlerdi. Hâli anlamalı ki, buna da imrenenleri; tavadan kalkan yağlı dumanı kedi gibi karşıdan koklayarak ve kırmızı dilleriyle yalayarak: ‘Güle güle’ye komşu… Afiyet şeker olsun!’ diye dua edenleri görürdüm.” (s.51, 53)

(2) “İnsanlığın şerefine olarak başta İlâhî Merhamet’i söylemek lâzım. Vazifenin yeri kafa; merhametin yeri (ise), hesap ve kitabı olmayan ve bir çocuk gibi kolay kanan kalptir. Dilencinin asıl kuvveti, bu kalbe hitap etmesidir. Dediğim gibi, dilencilikte merhamet başta geliyor. Sanatın bütün inceliği, o damarı yakalayıp derin derin sızlatmaktadır. Tıpkı büyük şairler, vesairede olduğu gibi. Fakat büyük şair olmak gibi büyük dilenci olmak da bir yaradılış davasıdır.” (s.73) “Mesleğin acemileri ve kabiliyetsizleri, dilenciliği yalvarıp yakarmaktan ibaret sanırlar. Benimki gibi bir sükûtun tesirini, yalnız benim meslektaşlar (dilenciler –o.ü.) arasında değil, cemiyetin daha yukarı tabakalarındaki dilenciler arasında da anlayan o kadar az, o kadar azdır ki… Hakikat şu ki, insanlar bir hayatın âlemini keşfetmekten zevk duyarlar. Saklamak istediğimiz bir elem veya ayıbı, kendi incelikleriyle bulduklarını zannederler. Bütün mesele bu. Sokakta kaçmak ve utanmak suretiyle erkeği peşlerine takan kızlar gibi ben de âdeta bu çekingen sükûtumla müşterilerimi peşime takıyordum. Aşk gibi dilencilikte de kaçanı kovalıyorlar.” (s.76)

(3) Fethi Naci: “Reşat Nuri’nin Romancılığı”, T.İ.B. Kültür Yayınları, Mart 2011, s.8

(4) Ahmet Hamdi Tanpınar: “Reşat Nuri ve Eserleri” - “Edebiyat Üzerine Makaleler” içinde. Dergâh Yayınları, Haziran 2007, s.461