Nixon Doktrini ‘yeniden’

Selin NASİ Köşe Yazısı
28 Ocak 2015 Çarşamba

Toplumu ayrıştıran siyasi üslubun, düşünce ve yazı hayatına fazlasıyla yansıdığı şu günlerde, partizanlığı aşabilen ve zihin açıcı fikirlere zemin oluşturan platformlara daha çok ihtiyacımız var. Özellikle de dünyada dengelerin değiştiği, illiberal rejimlerin sisteme meydan okuduğu ve değişen tehdit algılarının yeni ittifaklar doğurduğu bir dönemde...

İşte, 18-20 Ocak tarihlerinde Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) tarafından bu yıl beşincisi düzenlenen İstanbul Forum’u bu açıdan oldukça verimli bir tartışma ortamı sundu.

Yurtiçi ve yurtdışından birçok akademisyen, gazeteci ve siyasetçinin katılımıyla gerçekleşen panellerde, Avrupa’nın geleceği, Ortadoğu’da süregelen güç mücadelesi ve IŞİD’e karşı savaş gibi, Türkiye’yi yakından ilgilendiren sorunların yanı sıra; Gezi hareketi ve Kobani gibi hem iç hem de dış politikada iz bırakan kırılma noktaları tartışıldı.

Geleceğe yönelik öngörülerde bulunan katılımcıların üzerinde uzlaştıkları bir konu, Türkiye’nin sınır güvenliğini - ve cihat sempatizanlarının varlığıyla aynı zamanda iç güvenliğini de- tehdit eden IŞİD’le savaşın uzun soluklu ve zorlu bir süreç olacağıydı. Bunda en büyük etken, kuşkusuz,  IŞİD’in ortak düşman olarak tanımlanmasına karşı, bölgede Suudi Arabistan ve İran üzerinden kurgulanan Sünni-Şii çekişmesinin ittifak girişimlerinin altını oyması. Mezhep eksenli iktidar mücadelesi, çatışma alanlarını vesayet savaşlarına dönüştürmüş durumda. Taraflar sahadaki aktörlere finansal, askeri ve ideolojik desteğini akıttığı müddetçe de dökülen kanın durması zor. Dahası, şiddetin dozu arttıkça, mağduriyetten beslenen terör örgütlerinin eli güçleniyor.

Bölgedeki iktidar mücadelesinin bu denli şiddetlenmesinde, ABD’nin nükleer müzakereler ile yolunu araladığı, İran’ın sisteme dönme olasılığının payı var. Bir bakıma 1969’da ilan edilen Nixon Doktri’nin yeniden şekillenmesi söz konusu. Hatırlamak gerekirse Nixon Doktrini Körfez güvenliğini Suudi Arabistan ve İran’a emanet ediyor, İsrail ise bu eksenin gizli ayağını oluşturuyordu. 1979 Devrimi ardından yaşanan gelişmeler, İran’ı ABD karşısında konumlandırırken, Suudi Arabistan ve İsrail’in rolünü artırmıştı. Son dönemde, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına ihtiyacı azalan ABD’nin, bölgeden çekilme ve sorunları mümkün olduğunca uzaktan idare etme yönünde irade göstermesi, Ortadoğu’da bir güç mücadelesini de tetikliyor. Ne Suudi Arabistan, ne de İsrail meydanı İran’a bırakmak istemiyor. Elbette, denkleme, bölge dışı Rusya ve Çin gibi aktörlerin ittifak ilişkilerini de eklemek gerek.

Geriye dönüp bakıldığında, 11 Eylül sonrası ABD’nin dış politika hamleleri ironik şekilde Ortadoğu’da İran hakimiyetini güçlendirdi. Geçtiğimiz hafta Yemen’de Şiiliğin Zeydi koluna bağlı Huti’lerin iktidarı ele geçirmesi, İran’ın hanesine bir puan daha yazıldı. Bugün, bir anlamda Cengiz Çandar’ın 25 Ocak tarihli yazısında değindiği gibi “Tahran-Bağdat-Şam-Beyrut-Sanaa” eksenine karşı, “Riyad-Körfez ülkeleri-Kahire” Sünni ekseninden söz etmek mümkün.

Suudi Arabistan, Arap Baharı’ndan bu yana Sünni iktidarların ayakta kalması için gerek askeri gerekse maddi desteğini sakınmıyordu. Ancak giderek düşen petrol fiyatlarının, önümüzdeki dönemde, yardımların miktarını etkilemesi muhtemel. Riyad bir taraftan petrol arzını kontrol altında tutarak İran’ı ekonomik anlamda sıkıştırırken, diğer yandan Sünni dünyası içindeki bölünmeleri de kendi lehine çevirme çalışıyor. Katar’ın Müslüman Kardeşler’e olan desteğini göreceli şekilde azaltması, El Cezire’nin Mısır’daki Sisi iktidarına karşı daha ılımlı bir yaklaşım benimseyeceğine dair haberler, Suudi ağırlığının sonucu. Kral Abdullah’ın ölümüyle birlikte yaşanan taht değişiminin ise, üç cepheden Şii nüfuzla kuşatılan Riyad’ın güvenlik stratejilerinde, şimdilik radikal bir değişim yaratması beklenmiyor.

Yine geçtiğimiz haftaya damga vuran, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Beyaz Saray’ı atlayarak, Temsilciler Meclisi Başkanı Boehner’ın davetiyle, Kongre’de “İran Tehdidi” üzerine konuşma yapacak olmasını, İran’ı çevreleme stratejisi çerçevesinden okumak mümkün. Ancak Obama yönetimi İran’la müzakerelerin alternatifini askeri çatışma olarak gördüğünden, diyalog kanallarını sonuna kadar açık tutma niyetinde. Yeni bir yönetim başa gelinceye dek İsrail’in aksi yönde yapacağı girişimler, yalnızca iki ülkenin arasındaki diplomatik krizlere bir yenisini eklemiş olacak. Öte yandan Golan tepelerinde aralarında İran’ın Suriye’deki saha komutanı da bulunan Hizbullah militanlarının hayatını kaybettiği saldırı, mücadelenin farklı alanlarda sürmekte olduğunun göstergesi.

Filler tepinirken ezilen çimen misali, bölge halkı en ağır bedeli ödüyor. Bölgedeki etkinlik mücadelesinden kazançlı çıkan ise cihatçı örgütler. Ancak terörle mücadele kapsamında, devlet dışı aktörlere devlet desteği kesilmediği takdirde şiddetin durmasını beklemek gerçekçi değil. Bunun için de din ve mezhep çatışmasının ardındaki güç çekişmesine odaklanmak gerekiyor.