Gönüllü çalışmanın sonuna mı geliyoruz?

Gazetemiz ve Türk Yahudi Cemaati kurumlarında azımsanmayacak sayıda gönüllü, karşılık beklemeksizin tam bir profesyonel gibi çalışmaktadır. Peki, ekmeğini taştan çıkarmak zorunda olan yeni kuşak gençlerle bu durum daha ne kadar sürdürülebilir?

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
28 Ocak 2015 Çarşamba

Yıllar önce bir gazetede söyleşimiz yer almıştı: ‘Başyazarı çay ve simite çalışan gazete Şalom’ başlığı altında. Tilda Levi, her zamanki esprili yaklaşımı ile şöyle diyordu: “Yakup Bey’e maddi olarak ancak simit, kaşar ve çay ikram edebiliyoruz. Ben burada full-time çalışıyorum. O yüzden iki simit alabiliyorum.” (Hürriyet Keyf, 6 Ekim. 2007).

70 yıldır bu hep böyle devam etti. Sorumlular değişti, yazar kadrosu giderek genişledi, ama maaş hep aynı kaldı; bir veya iki simit… Öyle olmasaydı gazete bunca yıl ve pek çok kültürel etkinliği üstlenerek veya destek vererek bu günlere gelebilir miydi?

Yabancılar ile konuştuğumda bu özveri şaşkınlık yaratıyor. Oysa cemaatin tüm kurumları için geçerli olan bu anlayışın dünyanın farklı ülkelerinde bir örneğinin daha var olduğunu sanmıyorum. 1995-1997 yılları arasında Türkiye’de görev yapan diplomat Zvi Elpeleg de; “Türk Yahudi cemaatinin harcı/temeli karşılıksız yardımseverlik ve kurumlardaki gönüllü çalışmadır” demişti. Ekmeğini taştan çıkarmak zorunda olan yeni kuşak ile bu durum daha ne kadar devam eder, bilemiyorum?

Bu gönüllü çalışmanın karşılığının sadece bir simit olduğunu söylersem tam da gerçeği ifade etmemiş olurum. Kimi zaman bazı yayınevlerinden gelen kitap ve davetler açıkçası manevi bir haz veriyor.

Kısa bir süre önce Can Yayınları, Can Dündar’ın kaleme aldığı ve uzun süre en çok satanlar listesinin başında yer alan ‘Abim Deniz’ kitabını yolladı. İki yıl Deniz Gezmiş ile aynı sınıftaydık. Bunu bir dostuma söylediğimde; “Birlikte resminiz var mı?” diye sordu. O yıllar sınıfımız iki bin kişi idi ne yazık ki!.

Kitap o yılları yaşayanların gözünde, devrim ideali peşinde koşturmuş, canını vermiş bir kuşağın ve dönemin siyasi atmosferini yeniden canlandırıyor. Gezmiş ve iki arkadaşı niye asılmıştı, onlar birer terörist ve katil miydiler? 5 Mart 1971’de dört Amerikalı asker kaçırıldı ve canları karşılığında 400 bin dolar fidye istendi. ABD Başkanı Nixon’a göre fidye verilmemeliydi. İsmet İnönü de işe karışmıştı; “Elinizi kana bulamayın” gibisinden bir şeyler söylemişti.

Askerlerden Larry, üçüncü gün gizliden karısına vasiyetini yazıyordu; “Gider babamlara yerleşirsin, artık görüşemeyeceğiz” diyordu.  Deniz Gezmiş dayanamadı, mektubu elinden aldı ve “Ulan göreceksin karını be!” dedi. Onlar kan dökmek bir yana, serbest bırakacakları esirleri bile en iyi şekilde beslemişlerdi. Yememiş esirlere yedirmişlerdi. 

Son ara okuduklarım arasından ‘Ulusların Düşüşü’ kitabı çağımızın temel bir sorununu irdeliyor.   ‘Neden bazı ülkeler zengin iken bazı ülkeler yoksuldur?’ sorusunu ortaya atıp açıklamalar getiren Türk asıllı, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun James A.Robinson ile birlikte kaleme aldığı araştırma, kalkınma teorilerine yeni bir bakış açısı sunuyor. Karl Marx’ın  ‘Kapital’i ne denli zor okunan ancak okunması gerekli bir eser ise, ‘Ulusların Düşüşü’ de aynı nitelikte. Acemoğlu’nun adının Nobel adayları arasında geçtiğine de değinelim.

Kitapta ortaya konan temel kuram kapsayıcı olmayan sömürücü kurumlara dayalı bir büyümenin kalıcı olamayacağıdır. Çin örneği ilginç; “Bugün bu ülkede internet dâhil medya üzerinde Çin Komünist Partisi’nin tam bir kontrolü var. 2002’den beri partinin genel sekreterliğini yürüten Hu Jintao’nun oğluyla ilgili yolsuzluk suçlamalarını konu alan haberler patlak verdiğinde, yani 2009’da, tüm bu olup bitenler ekrana yansımıştı. Parti derhal harekete geçti ve sadece Çin medyasının olayı aktarmasını engellemeyi başarmakla kalmadı, olayla ilgili New York Times ve Financial Times’ın web sitelerindeki haberleri engelledi.

Acemoğlu ve Robinson’a göre yeniliğe ve yabancı teknoloji ithalatına verilen öneme rağmen Çin’de büyüme bir süre daha devam edecek ve orta gelirli ülkelerdeki yaşam standardına ulaştığında son bulacaktır.

Liz Behmoaras’ın yeni kitabını, çıktığını duyar duymaz alıp okumaya başladım. ‘Sen Bir Başka Gittin’, Aydınların Gözüyle Yahudiler, Kimsin Jak Samanon?, Yüzyıl Sonu Tanıklıkları, Mazhar Osman-Kapalı Kutudaki Fırtına, Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi, Suat Derviş-Efsane Bir Kadın ve Dönemi, Sevmenin Zamanı adlı kitaplarından sonra yazarın yayımlanan sekizinci kitabı.

Geçmişte Şalom Gazetesi’nin kültür servisinde editör olarak görev yapan, çeşitli yerli ve yabancı kuruluşlarda serbest gazeteci olarak çalışan Behmoaras, Şalom Dergi’de yazmayı sürdürmektedir.

 ‘Sen Bir Başka Gittin”, Süryani kimliğine yabancılaşmış, özel yaşamında derin yaralar almış Efrem ile mozaik sanatçısı Zuhal arasında Mardin-İstanbul-Paris üçgeninde geçen, geçmişle barışmaya dair sürükleyici bir kitap. Zor aşkların öyküsü… Severek ve ilgiyle okuyacağınızı umuyorum.