DOT’ta Midsummer / İki Kişilik Yaz

35 yaşın keskin virajını dönerken, hayatın denk getirdiği bir adam ve bir kadın. Edinburgh’da bir barda kesişiyor yolları. Yağmur yağıyor. Yağmur hiç durmayacakmış gibi yağıyor. Yağmur hafta sonu boyunca bir kere bile durmayacak.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
21 Ocak 2015 Çarşamba

Helena, boşanma avukatı, şarap dolabının gümüş rengi kapağında yansımasına bakıyor. Bu gece yalnız olmak istemiyor. Bob, boşanmış, yasadışı işler peşinde, bedeni düğüm düğüm, her yerinden negatif enerji fışkırıyor, neşelenmek için Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ını okuyor.

Bir soru: “Bu gece benimle sarhoş olmak ister misin, Bob?”

Bob ve Helena şu konuda hemfikir: 35, bok gibi bir yaş! Çünkü insan artık olayın bundan ibaret olduğunu anlıyor. Desteden sana dağıtılan el bundan başkası değil. Hayat bize kağıtları dağıtıyor ve görünen o ki oyunu oynamıyoruz bile, sadece kağıtları çevirip elimize bakıyoruz.

David Greig, 1969’da Edinburgh’da doğmuş, çocukluğunun büyük bir bölümü Nijerya’da geçmiş bir İskoç oyun yazarı. 1980’de Edinburgh’a dönmüş. Bristol Üniversitesi’nde drama ve İngilizce eğitimi almış. Yılda ortalama 4-5 oyun yazan Greig, tarihin önemli dönem ve olaylarını ele alan, farklı ulusal, etnik, sınıfsal ve dinsel kökenlerden gelen karakterlerin, konum, bakış açısı ve kimliklerini tartışmalarına odaklanan bir yazar. Avangart ve deneysel çalışmaların yanında tarihsel oyunlar, çocuk ve gençlik oyunları ve müzikaller yazmış; uyarlamalar, çeviriler yapmış, oyun yazarlığı ve geliştirilmesi üzerine atölyeler yönetmiş.

DOT, ‘Yellow Moon / Sarı Ay’dan iki yıl sonra yazarın ‘İki Kişilik Yaz’ını sahneliyor. Greig, bu oyun için besteci Gordon McIntiyre ile ortaklaşa bir çalışma yapmış. Oyunun özgün adı ‘Midsummer (a play with songs) / Midsummer (şarkılı bir oyun)’. Bir müzikal değil, bir opera da değil ama, iki oyuncusunun bol bol şarkı söylediği, dans ettiği, gitar çaldığı müthiş keyifli bir çalışma.

Eğlenceli bir aşk hikâyesi anlatırken, son derece ciddi alt metinler içeren, otuzunu geçmiş orta sınıf insanının sorunlarına da hüzünlü bir bakışla eğilen Midsummer’ın yönetmeni Serkan Salihoğlu, oyunu bir yandan elindeki müthiş ikiliye, diğer yandan da izleyicisinin hayal gücüne güvenerek, neredeyse çıplak bir sahnede, sadece üç beş aksesuar ve giysi kullanarak sahnelemiş.

Oyunu bu yılın olmazsa olmazı yapansa, Gizem Erdem ve Tuğrul Tülek. Yıllardır tanıdığım, sevdiğim ve çok beğendiğim bu iki oyuncu benzersiz bir uyumla, bitmez tükenmez bir enerji ve coşkuyla, anlatıcı-oyuncu olarak hem öyküyü anlatıyor, hem kendi kişileriyle beraber oyunun diğer karakterlerini canlandırıyor. Bitmedi. Oyunun müzik yönetimini üstlenen ve sahnede gitar çalan eğitmenleri Özgehan Özturan’a gitarlarıyla eşlik ediyorlar, dans ediyorlar ve hiç detone olmadan, çok da güzel birer sesle şarkılar ve düetler söylüyorlar.

Üstelik yaşları oyundakini yaşlarını tutsa, hatta azıcık geçse bile, hem sahnede hem gerçek yaşamda çok daha genç duruyorlar. Bence kırk yıl aransa onların yerini alacak bir Helena ile bir Bob zor bulunur.

Gökleri kapkara bulutların kapladığı, umutsuzluğun ve karamsarlığın dünyayı sardığı bu karanlık günlerde Midsummer, beklenmedik bir güneş ışını gibi içimizi aydınlatıyor.

Tarihinde ilk kez, hayatın ne olursa olsun güzel ve yaşanmaya değer olduğunu hatırlatan, tiyatrodan dudaklarımızda kocaman bir gülümsemeyle çıkmamızı sağlayan bir oyun sahnelediği için DOT’a, ve aldıkları keyfi bize bire bir aktaran Gizem’e Tuğrul’a ve de Serkan’la Özgehan’a kocaman birer teşekkür borçluyuz.

Hepinize keyifli seyirler.

MAÇKA G-MALL; 

21, 22, 23, 24,28, 29, 30, 31 Ocak



Tiyatro Pol’un ‘Teklif’i

Bütün sanatlar gibi devamlı evrim geçirmekte olan tiyatroda son yıllardaki en önemli gelişme, İtalyan Sahne dediğimiz klasik oyun alanının oyuncuyu izleyiciden tecrit eden o görünmez dördüncü duvarının bir şekilde yıkılarak, seyirciyle oynanmakta olan oyunun arasındaki iletişimsizliğin kaldırılması çabaları olmuştur.

Kiminin alternatif dediği, benimse ısrarla tiyatronun hasının yapıldığını defalarca ifade etmiş olduğum, sahne kavramının olabildiğince yok edildiği mekânlarda, oyuncularla aynı odada, neredeyse diz dize oturan izleyici artık olayın seyircisi değil, hissedenidir. Ve oyun artık seyredilmemekte gerçekten yaşanmaktadır.

Bu kez tersine çevrilmiş olan bu oyuncu/izleyici yakınlaşmasının bir limiti, bir uç noktası var mıdır acaba?

2013 yılında Evrim Doğan, Burcu Halaçoğlu ve Cansu Başlılar tarafından kurulan, adını metropolden alan ve çeşitli metropol mekânlarında metropole dair öyküler anlatmayı amaçlayan Tiyatro Pol, aslında bu limitleri araştırıyor.

Tiyatro Pol, izleyicinin oyuna aktif olarak katılmasını sağlayan, son aylarda ‘Fight Night’ ve ‘Sorunlu İnsan Kaynakları’ gibi çok başarılı iki örneğini izlediğimiz bir interaktif tiyatro yapmıyor. Zaten yaşamdan bir kesit olan tiyatroyu, yapay mekânlarda değil, olayın geçtiği/geçebileceği gerçek mekânlarda, katılımcı/izleyicilerin arasında sahneliyor.

Mekân Artı’nın desteğiyle gerçekleştirilen 9 Ocak 2014’te seyirci karşısına çıkmış olan ilk projesi ‘Teklif’ adlı oyunda Tiyatro Pol, izleyicisine farklı bir teklif sunuyor ve “Harbiye’de, büyük şehrin lüks sayılabilecek caddelerinden birinde, üst orta sınıftan bir çiftin yaşadığı eve misafirliğe gelsenize” diyor.

Bu teklifi kabul eden 15 kişilik gurup, istedikleri gibi gezip dolaşıp oturabilecekleri, ya da oyuncuların peşinden gidebilecekleri, tamamı oyun alanı olarak kullanılan bir dairede, onlar yokmuş gibi davranan bir kadınla bir erkeğin yaşamına sızarak, onların bir-bir buçuk saatine tanık olacaktır.

Sinema okulundaki ilk dersime öğrencilerime “sizce sinema nedir” diye başlarım. Çoğunlukla doğru ve mantıklı bulduğum bütün cevapları dinledikten sonra, “evet, sinema bu söylediklerinizdir ama bir şey daha var” derim. “Sinema biraz da röntgenciliğin damıtılmış şekli değil midir? Rahat koltuğumuzda oturup, bizi hiç tanımayan insanların yaşamlarına, ölümlerine, mutluluklarına, üzüntülerine, yediklerine, içtiklerine, sevişmelerine tanıklık etmek değil midir sinema? Polise yakalanmadan, ya da tırmandığımız ağaçtan düşme tehlikesi olmadan bilinçaltımızdaki röntgenciyi tatmin etmemizi sağlamıyor mu?”

Tiyatro Pol, sinemada canlı resimler aracılığıyla bir dereceye kadar parçası olduğumuz ‘voyeurist’ deneyimi bize bir apartman dairesinde, kanlı canlı insanlarla yaşatıyor. Kapıdan girdikleri andan itibaren, koridordan bize sürtünerek de geçseler, birimizin yanı başına da otursalar varlığımızın hiç farkında olmadan yaşamlarını sürdüren bu iki insanın, tutkulu sevişmelerine, konuşmalarına, tartışmalarına, kavgalarına, kısaca mahremiyetlerine bu kadar fazla girmek, izleyici/katılımcıda bir tedirginlik yaratmıyor değil. Bir yakınınızın size hiç gösterilmemiş olan özel mektuplarını gizlice okuyormuş gibi bir suçluluk duygusu bile oluşabiliyor…

İnsanların kendilerine ve başkalarına oluşturdukları sınırları ve bu sınırların zorlanmasının nasıl adım adım şiddete dönüşebileceğini anlatan oyun, metin olarak en azından yaşattığı bu farklı deneyim kadar ilginç. 

Burcu Halaçoğlu, Evrim Doğan ve Cansu Başlılar’ın yazdığı, Burcu Halaçoğlu’nun yönettiği dört kişilik oyunda Evrim Doğan’la Sermet Yeşil ev sahiplerini canlandırıyorlar. Cansu Başlılar ile Serhat Yeşil de bir ara oyuna katılıyorlar.

Geçen yıl son derece ilginç tek kişilik performansı ‘ev, mercedes ve anneler’den anımsadığım Burcu Halaçoğlu, yazılmasına da katıldığı oyunu, evin her köşesini kullanarak

hiç aksamayan bir trafikle yönetiyor. Asıl büyük kozu iki olağanüstü oyuncusu. Evin içindeki kalabalığa rağmen inanılmaz bir doğallıkla çok inandırıcı bir performans sergiliyorlar.

Evrim Doğan, Fransızların tabiriyle ‘presence’ı olan, sahnede her an varlığını hissettiren müthiş bir oyuncu. Bu kez topluluğun Mart ayından itibaren bir ofiste gerçekleştireceği yeni oyununu yazıp yönetiyor. Oyuncuları Burcu Halaçoğlu ile Cansu Başlılar.

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın deneyimli oyuncusu ‘Kosmos’ Sermet Yeşil, çok beğendiğim, çok daha fazla seyretmeyi arzuladığım bir oyuncu. Oyun sonrası artık İstanbul’da yaşadığını, Eskişehir’e oyunları için gidip geldiğini söyledi.

Eskişehir’de festivalde izlediğim ‘Özgürlüğün Bedeli / Monserrat’ ile beraber ‘Lüküs Hayat’ın da sahnelenmeye başladığının da haberini verdi. Şubat başlarında Trump’ın tiyatrosuna gelecekler. Bu arada Sermet’in Tilbe Saran’la başrollerini paylaştığı, geçen yılın en iyi oyunlarından ‘Savaş’ Haliç Üniversitesinde yeniden sahnelenmeye başladı. Teklif son derece farklı, bir o kadar da ilginç ve etkileyici bir tiyatro deneyimi.

Her oyun 15 kişi için, rezervasyon yaptırmayı unutmayın.  Hepinize iyi seyirler.