Etkileyici Hollywood taşlaması

Cronenberg’in ‘Yıldız Haritası’ Hollywood’u skandallarıyla, kaprisleriyle, nevrotik durumlarıyla, yarı tanrı yarı idol şöhretleriyle anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
21 Ocak 2015 Çarşamba

Sinemanın başkenti Hollywood, kıskançlıkların, kötülüklerin, nevrotik durumların da merkezi. Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in son Cannes Film Festivali’nde Julianne Moore’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran ‘Yıldız Haritası/Maps to the Stars’ modern bir kara film örneği.

Gayeye ulaşmak için her yolu mubah sayan Makyavelist bir Hollywood aktrisini canlandıran Julianne Moore, müthiş performansına rağmen bu bol karakterli filmin başrol oyuncusu değil. Bruce Wagner’ın ustaca inşa edilmiş özgün senaryosu, rüyalar başkenti Hollywood’dan bazı ilginç kişiliklere de yan roller vermiş.

Hollywood kulislerinde geçen konusuyla film, Batı toplumundaki yozlaşmayı tipik bir Hollywood hanedanı olan Weiss ailesinin üzerinden işliyor.

Baba Stafford (John Cusack) yazdığı kitaplarla büyük bir servet yapan bir psikoterapist. Anne Cristina (Olivia Williams) dokuz yaşından beri adı harika çocuğa çıkan 13 yaşındaki aktör oğlu Benjie’nin hamisi.

Geçmişte yaşanan ensest ilişkiden iki mutsuz ve dengesiz çocuk yetiştiren bu garip ailede, Agatha (Mia Wasikowska) yangın çıkarma tutkusu(piromani) olan, evini ateşe verdiğinde kardeşi Benjie’nin ölümüne ramak kalan ve hastaneye kapatılan bir abla. Günlerini doldurunca hastaneden çıkıp Los Angeles’teki ailesine katılan melek yüzlü bir ruh hastası.

Doktorun hastalarından, inişe geçmiş Hollywood starı Havana (Julianne Moore) ve göz koyduğu, aktör olmak hayaliyle buralara gelen part time limuzin şoförü, yakışıklı Jerome (Robert Pattinson).

Ancak Hollywood sanıldığı kadar büyük değildir ve herkesin hırsları birbiriyle kesişecektir. Hollywood’un sağladığı başarının korkunç bir bedeli olduğunu film, eski ününe tekrar kavuşacağı bir rolü almak üzere olan hırslı aktris Havana’nın bir çocuğun ölümüne sevinecek kadar insanlıktan uzaklaştığını gösteren sekans eşliğinde anlatıyor. Gerçek olaylardan beslenen filmde, Havana’nın, çocuğu öldüğü için rolünü oynayamayacak rakibinin durumunu öğrenince dans etmeye ve şarkı söylemeye başladığını görüyoruz.

MODERN KARA FİLM

Film Hollywood hayat stilini ve genel anlamda Batı kültürünü yakın merceğe alıp, eleştiri oklarını savuruyor.

‘Yıldız Haritası’, Hollywood taşlaması filmler zincirine Robert Altman’ın ‘Oyuncu/The Player’, Robert Aldrich’in ‘Küçük Bebeğe Ne Oldu/What Ever Happened to Baby Jane’, Billy Wilder’in ‘Sunset Bulvarı’, 1937 tarihli kült film ‘Bir Yıldız Doğuyor’dan sonra yeni bir halka olarak katılıyor.

David Cronenberg ‘Melekler Şehri’nin Hollywood adlı rüya âleminde yaşayan, kaprisleriyle, skandallarıyla, karizmalarıyla gündeme giren, yarı tanrı, yarı idol şöhretlerin dünyasına, karınca yuvasına sokulan bir değnek gibi giriyor. Müthiş bir oyuncu kadrosunun varlığı en büyük şansı.

Julianne Moore bu ödüllü rolünde, annesini şöhrete kavuşturan bir filmin ‘remake’ini yapmak için yanıp tutuşan, inişe geçmiş, ihtiraslı aktrisi canlandırıyor. Genç Agatha ile ilişkisini bildiği, orta sınıftan limuzin şoförünü tavlamak için Havana dişiliğini kullanıyor. ‘Alacakaranlık’ dizisindeki itici rolü yüzünden sempati duymadığım aktör Robert Pattinson, Cronenberg’in ‘Cosmopolis’ ve David Michod’un ‘The Rover’ından sonra doğru kullanıldığında çok etkileyici bir oyuncu olabildiğini kanıtlıyor. Geçen ay izlediğimiz ‘Sils Maria: Ve Perde’ ile ‘Yıldız Haritası’ akrabalıklar taşıyor.

Olivier Assayas, ilkinde unutulmaya başlayan bir tiyatro oyuncusunun kaygılarını perdeye taşırken, Cronenberg eski günlerine özlem duyan, sinemada kendisine ikinci bir bahar yaşatacak bir rolü kovalayan orta yaşlı aktrisin mücadelesine odaklanıyor.

Hollywood üzerinden günümüz insanının derin tatminsizliğini gözlere seren film yedinci sanatın yozlaşmış yapısını da eleştiriyor. Bir bulmaca-film hüviyetindeki ‘Yıldız Haritası’ Hollywood’un şiddetle örülü anatomisini çiziyor. ‘Yıldız Haritası’nın Cronenberg’in ‘Müthiş Yemek/Naked Lunch’, ‘Çarpışma/Crash’, ‘Şiddetin Tarihçesi/A History of Violence’, ‘Şark Vaatleri/Eastern Promises’ gibi kaliteli yapıtlar barındıran filmografisinde önemli bir yeri olmayacak.

 

KÖPEKLERİN SPARTAKÜS’Ü

Alışılmadık bir insan-köpek macerası ile, zalim otoriteye bir isyan çığlığı niteliğindeki Macar filmi ‘Beyaz Tanrı/Feher Isten’ bu ülkenin namlı ustalarından, dev yaratıcı Miklos Jansco’ya adanmış, soluk kesici bir film.

1975 doğumlu Macar yönetmen-senarist-aktör Kornel Mundruczo’nun altıncı uzun metrajlı filmi olan, baştan sona bir duygu seli halinde anlatılan ‘Beyaz Tanrı’yı mayıs ayında Cannes’da ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün ödül töreni sonrasında, ‘En İyi Film’ etiketiyle izlemiştim.

Boşanmış bir ailenin çocuğu 13 yaşındaki Lili’nin köpeği Hagen ile olan dostluğu üzerinden hayvan sevgisini, insanoğlunun ağır zulmüne karşı isyan eden bir köpek sürüsünün macerasını işleyen film, gergin ve sürükleyici bir aksiyon formatında anlatılıyor.

Boşanmış ailelerin çocuklarda bıraktığı yıkıcı etki, ergenlik ve büyüme sancıları, sistemdeki arızalar, hayatta kalma mücadelesi veren, bu işkence görmüş köpekler öyküsünde ele alınan başlıca temalar.

Filmde, evsiz barksız, serseri, acımasız bir köpek dövüştürücüsü rolünde de izlediğimiz, senarist-yönetmen Kornel Mundruczo, sahibi tarafından sokağa terk edilen, köpek yakalayıcıların eline düşüp türlü işkenceler gören, munis bir ev köpeği iken, saldırgan ve isyankâr bir köpeğe dönüşen Hagen’in öyküsünü, güçlü bir sinema duygusu eşliğinde anlatıyor.

Filmin iyi kalpli, hayvan dostu, 13 yaşındaki kahramanı Lili’yi sokakta bisikletini sürerken, zincirlerinden boşanan köpek sürüsünün arkasından geldiğini gördüğü sekans sinema tarihine geçecek güzellikte. Boşanmış bir ailenin kızı olan Lili’yi yeni sevgilisi ile üç aylığına ülke dışına gidecek annesi, veteriner babası ile bırakıyor. Ancak Macaristan’da yeni çıkan bir yasa gereği, melez köpekleri Hagen’in sahipleri tarafından evde beslenmesi zorlaşmış ve ağır vergiler gelmiştir.

Bu yüzden saf ırk olmayan köpekler sahipleri tarafından dışlanmaktadır. Lili’nin babası da tıpkı diğer köpek sahipleri gibi Hagen’i istemez ve onu sokağa atar.

Bir orkestrada trompet çalan Lili bu duruma çok üzülür ve köpeğini her yerde canla başla aramaya başlar. Sokakta hayatta kalma mücadelesi veren Hagen’in başına gelmeyen kalmaz. Köpek yakalayıcıların elinden kaçsa da önce kurnaz bir dilencinin eline düşer, sonra da bir köpek dövüşü eğitimcisine satılır.

Artık Hagen için hiçbir şey eskisi gibi değildir. Gördüğü onca baskı ve işkenceden sonra insanların köpeklerin dostu olmadığını anlayıp saldırganlaşır, diğer köpeklerle birlikte insanlara savaş açar. Hagen önderliğinde barınaktan kaçan, sokaklarda önlerine çıkan insanlara saldıran, Lili’nin çaldığı orkestranın konserini basan köpeklerin başlattığı savaşı Lili durdurabilecek midir?

Kurulu düzene ve baba otoritesine baş kaldıran Lili ile baskı, şiddet ve eziyet altında zalim otoriteye isyan bayrağı açan Hagen’in öyküsü filmde, siyasal bir fon içinde, paralel olarak anlatılıyor.

Günümüzde Avrupa ülkelerinde git gide artan ırkçılık olaylarına da göndermelerde bulunan film etkileyici ve sürükleyici bir atmosfere sahip. Hayvanseverler de bu filmi çok sevecek.

Sevimli ve yumuşak başlı bir köpeğin liderliğe soyunup arkadaşlarıyla birlikte kendisine eziyet edenlerden intikam almasını gösteren film, Spartaküs efsanesini akla getiriyor.

İnsan-köpek ilişkisi üzerine ilginç şeyler söyleyen bu son derece sert ve etkileyici film, Sam Fuller’in 1982 tarihli ‘White Dog’una göndermelerde bulunuyor. Budapeşte’yi kullanmasındaki maharetiyle dikkati çeken film, bizim Sivas’ımızı hatırlatıyor.

Sonraki filmlerini heyecanla beklediğimiz yönetmen Kornel Mundruczo filmde, sokak köpeklerini ucuza kapatıp yüksek fiyatlara satan Afgan lokantacı rolünü oynuyor.