Manda idaresine doğru Yahudi – Arap ilişkileri

1919 Paris Barış Görüşmeleri öncesi Prens Faysal ile içinde Haim Weizmann’ın da bulunduğu Yahudi delegasyonu arasında imzalanan 9 maddelik iyi niyet anlaşması hayata geçebilmiş olsaydı bugün Ortadoğu bu denli karışık olur muydu?

Marsel RUSSO Perspektif
14 Ocak 2015 Çarşamba

Bu anlaşma, buralara yerleşmek, buraları kendilerine yuva edinmek arzusu ile yanıp tutuşan yeni bir Yahudi gençliği ile yavaş yavaş serpilmeye başlayan ve milliyetçilik duyguları içinde kendilerine bir gelecek oluşturmaya başlayan Arap gençliği arasında bir köprü oluşturabilir miydi? Elbette bu gibi spekülatif sorulara verilecek cevaplar, bunların üzerinden geliştirilebilecek modeller vardır. Gelin görün ki, tarihin yazdığı, o günlerden bu yana, içinde acıyı barındıran bir sürece işaret eder

 

Barış görüşmelerinden çıkan sonuç, bölge açısından, savaş esnasında Büyük Britanya ile Fransa’nın üzerinde anlaştığı metnin, Sykes – Picot Anlaşması’nın ruhuna uygun olur. Prens Faysal’ın, uğruna Filistin’i gözden çıkardığı Büyük Suriye hayali suya düşer.  Suriye ile Lübnan, Fransa’nın manda idaresine girer. İngilizlerin kontrolüne düşen Irak, Faysal’a, kuzeyden güneye, Akdeniz’e paralel uzanan Şeria Nehri'nin doğu tarafı ise kardeşi Abdullah’a verilir. Irak ve Ürdün Krallıkları, böylece, 1915 McMahon mektuplarına uygun olarak Hicaz Emiri’nin oğulları için oluşturulmuş olur. Filistin ise, Britanya’nın manda idaresine girer.

Bu aşamada, Prens Faysal’ın, Paris görüşmelerine katılan Yahudi delegasyonu içinde yer alan Felix Frankfurter’e gönderdiği 3 Mart 1919 tarihli mektup, başlangıç noktasındaki görüşleri iletmesi açısından anlamlıdır.

“Değerli Bay Frankfurter,

Amerikan Yahudileri ile olan bu ilk temasımı, Sn. Weizmann’a daha önce Arabistan ve Paris’teki görüşmelerimizde söylediklerimi yinelemek için fırsat biliyorum:

Arapların ve Yahudilerin kuzen olduklarını düşünüyoruz. Onlar tarih boyunca kendilerinden çok daha güçlü ellerde acı çekmişler ve hoş bir tesadüf eseri olarak, aynı dönemde ulusal ideallerini gerçekleştirme aşamasında ilk adımlarını beraberce atmışlardır.

Biz Araplar, ve özellikle iyi eğitim almış olanlar, Siyonist harekete derin sempati ile bakmaktayız. Buradaki Arap delegasyonu olarak, sizlerin barış konferansı çerçevesinde sunduğunuz önerileri ve talepleri anlıyor ve bunları ılımlı ve makul buluyoruz. Bunların kabul edilmesi için elimizden geleni yapmaya hazırız. Yahudilere kalben eve hoş geldiniz demek istiyoruz.

Liderlerinizle özellikle de Dr. Weizmann ile son derece yakın ilişkilerimiz var. Kendisi davamızın sıkı bir destekçisi oldu. Umarım ki Araplar da Yahudilere bu iyiliklerini iade edebilirler. Yeniden canlandırılacak ve yenilenecek bir Ortadoğu için beraber çalışıyoruz ve hareketlerimiz birbirlerini tamamlıyor. Yahudi hareketi ulusal bir harekettir, emperyalist değildir. Hareketimiz de ulusaldır ve emperyalist değildir ve Suriye’de her iki topluma yer vardır. Bunların her birinin, diğerinin yokluğunda gerçek başarıyı yakalayamayacağını düşünüyorum.

Liderlerimizden daha az bilgili ve daha az yetkili bazı kişiler, Araplarla Yahudiler arasındaki işbirliğinden habersiz, Filistin’de çıkması doğal zorlukları bahane etmekte olabilirler. Bazıları, korkarım, amaçlarınızı Arap köylülere yanlış aksettirmişlerdir. Aynı şekilde amaçlarımız da Yahudi köylülere yanlış ifade edilmiş olabilir. Dolayısı ile farklılıklarımız diye adlandırılan durum bu kesim kişilerce sermaye yapmışlardır.

Bu farklılıkların prensipteki hiçbir konu ile ilgili olmadığı, ancak ve ancak komşu olarak yaşamak durumunda kalan toplumların gündelik yaşantıları ile ilgili olduğunu ve iyi niyetle çok kolayca düzeltilebileceğini kesin bir şekilde teyit etmek isterim. Gerçekten de bu yanlış anlaşmalar, detaylı bir bilgilendirme ile ortadan kalkacaktır.

Ben ve halkım, birbirimize yardım ederek, üzerinde yaşadığımız ülkenin yeniden, dünyanın uygar medeniyetleri arasında yer alacağı bir gelecek için çalışmanın gayreti içinde olacağız… İnanın bana,

Saygılarımla,

Faysal…”

Mektubun satır araları, Faysal’ın Filistin’de yaşayan ve kendisini kurtarıcı olarak gören halkı ne şekilde değerlendirdiğini ortaya koyması açısından ilginçtir. Değişen söylemin kaynağında ne kadar İngiliz etkisi olduğu, dostu, danışmanı Lawrance of Arabia – Arabistanlı Lawrence’ın kendisini ne kadar, ne şekilde ve nereye kadar etkilediği, irdelenmesi gereken bir konudur. Faysal’ın siyasi manevrası, geleceklerini onun çizgisinde gören Filistin’deki Arap gençleri arasında derin hayal kırıklığı yaratır. Bu toprakları ülkesi olarak gören iki toplum arasında tansiyonun artması ve çatışmaların çıkması gitgide kaçınılmaz bir hal alır. 

WINSTON CHURCHILL’İN ORTADOĞU ZİYARETİ  

Yahudi ve Arap toplumlarının bölgenin geleceği ile ilgili görüşleri, Londra’dan buraları ziyarete gelen dönemin Sömürgeler Bakanı Winston Churchill’in biyografisinde detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Seyahat Mart 1921’de gerçekleşir. Kahire’de başlayıp, aralarında Kudüs’ün de bulunduğu bir dizi kenti içeren programın amacı Britanya’nın 1920 San Remo Deklarasyonu ile tescil edilen Filistin ve Irak manda idarelerinden beklediklerini oluşturmaktır. Yola çıkmasından önce danışanlarından, İngiltere’nin savaş esnasında Yahudi ve Araplara yapmış olduğu vaatlerde bir çelişki olmadığının teyidini alır. Ne Araplara ne de Yahudilere kesin sınırları olan toprak parçaları vaat edilmediğine göre, sorun yoktur.

Başta Weizmann olmak üzere Yahudiler esas itibarı ile böylesi bir ziyaretten tedirgindirler. Arapların Churchill’i etki altına almaya çalışacaklarını düşünmektedirler. Ancak Churchill’in Araplar hakkında çok da müspet fikirleri yoktur. Bu, eskilere, 19. yüzyılın sonundaki İngiliz – Sudan savaşına dayanmaktadır. Öte yandan, Arapların ulusal beklentilerinin Şam ve Bağdat etrafında yoğunlaştığını da bilmektedir. Bu durum Faysal’ın birçok beyanatında teyit edilmiştir.

Churchill’in bölgede yaptığı müzakereleri bu açıdan değerlendirmek gerekir. Ziyaretin ilk bağlayıcı kararları Kahire’de düzenlenen konferansta gelir: Prens Abdullah’a verilen Ürdün Krallığı ile Filistin birbirlerinden ayrılacaklardır. Böylece temelde Araplarla Yahudilere yapılan vaatler yerini bulacaktır. Yahudi ulusal yuvası, Akdeniz ile Şeria Nehri arasında, kuzeyde Galile Gölü ve güneyde Negev Çölü ile çerçevelenecektir. Bu günümüz Batı Şeria bölgesini de içeren bir coğrafyadır. Churchill, bu kararların Araplar tarafından kabul göreceğini, Abdullah’ın Ürdün Kralı kimliği ile Yahudilere karşı oluşabilecek tepkiyi telafi etmede başarılı olacağını düşünüyordu. Zaten Filistin’deki Yahudi varlığı burayı yaşanır hale getirecek ve bunun nimetlerinden Araplar da yararlanacaktı. Churchill’in önemli savlarından biri buydu.

Churchill’in Kahire’den sonraki ilk durağı Gazze idi. O sıralarda Gazze’de  15 bin Arap ve 100 dolayında Yahudi yaşıyordu. Trenin Gazze garına girmesi ile hazır bulunan halkın İngiltere lehine attıkları sloganlar arasında “Yahudilere ölüm… Boğazlarını kesin…” şeklinde olanları da vardı. Ancak o kalabalıkta ne Churchill ne de yanındakilerin bunu anlayacak durumları yoktu. Kentte Arap heyeti, kendisi ile yaptığı temaslarda bölgeye olan Yahudi göçünden duydukları rahatsızlığı açıkça beyan eder.

Kudüs’teki görüşmelerinde de kendisini bekleyen çok değişik bir durum olmayacaktı. Burada üç gün boyunca Yahudi ve Arap toplumlarının temsilcileri ile bir araya gelir. Talepleri ve şikâyetleri dinler. Daha sonra Kral ilan edilen Abdullah’ı kabul eder ve Britanya’nın Filistin ile ilgili projesini masaya yatırır.

Abdullah’a göre Filistin’de bir Arap Emir’in varlığı her iki toplumu da sakinleştirecek, içinde bulundukları tedirginlikten kurtaracaktır. Hemen akabinde can alıcı soru gelir. Abdullah, “Majesteleri Hükümeti Filistin topraklarında bir Yahudi Krallığı mı kurmak istiyor?” diye sorar ve devam eder:  “Eğer durum buysa, Araplara bunu açıkça söylemek gerekir. Onları cevapsız bırakamazsınız… İnsanlar bir yerden sökülüp başka yere dikilen ağaçlar değildirler” der.

CHURCHILL’İN CEVABI

Churchill’in, Sir Martin Gilbert’in, 'Churchill and the Jews – Churchill ve Yahudiler' isimli kitabından alıntıladığım buna cevabı şöyle olacaktır: “Bu topraklarda Arapların ezici bir demografik üstünlükleri var. Yahudi göçünün bu dengeyi bozması olası değil. Onların buralara yüzbinlerle göç edeceğini sanmayın. Bu hem olanaksız hem de bizim izin vermeyeceğimiz bir durum olur. Ayrıca Balfour Deklarasyonu’nun ikinci paragrafında belirtildiği üzere, bölgede Yahudi olmayan halklarının hakları en hassas şekilde gözetilecektir. Bir de altını çizmek gerekir ki, siz bu durumu kabul eder projemizi desteklerseniz, manda idaresinde geçerli olacak birçok kanun sizin yöneteceğiniz topraklarda uygulanmayacaktır. Ve bundan da önemlisi, Yahudilerin Şeria’nın doğusuna yerleşmelerine izin verilmeyecektir.”

Churchill’in Kudüs’te Prens Abdullah ile yaptığı bu görüşme sırasında Akdeniz ile Şeria Nehri arasında 83 bin Yahudi ve 600 bin Arap yaşıyordu; Şeria’nın doğusunda ise hiç Yahudi yoktu.

Günün sonunda, Sömürgeler Bakanı’nın Londra’ya geçtiği mesajın ana hatları şöyle olacaktı. “Abdullah Ürdün Ötesi Kralı kimliği ile projemizi kabul etti. Şeria’nın doğusunda krallık oluşmuştur. Batı Filistin’de ise, Yahudilerin göçüne zemin hazırlayacak bir Britanya yönetimi olacaktır. Bu anlamda Londra hükümeti, Balfour Deklarasyonu’nun ilkelerine uygun davranmış olacaktır.”