Parçalanan bir ailenin dramı

Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük günahları arasında sayılan, tarihimize Ermeni tehciri olarak geçen olayın, bir Türk yönetmen tarafından bir filme konu edilmesi elbette ki önemli. Ancak Fatih Akın’ın 1915 olayları üzerine bir belgesel yapma gibi bir iddiası yok. Yazgısı ve hayatı değişen Mardinli bir Ermeni ailenin dramına, film hümanist bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışıyor. Açık ve samimi bulduğum bu yaklaşımın, ele aldığı hassas meselenin üstesinden gelme başarısını gösterdiğini söylemek lazım. Film ‘büyük felaket’in günahını devletin sırtına yüklüyor. ‘Duvara Karşı’, ‘Yaşamın Kıyısında’ gibi Akın’ın başyapıtları ile kıyaslanmasa da ‘Kesik’ akıcı, dokunaklı ve sürükleyici bir film

Viktor APALAÇİ Sanat
17 Aralık 2014 Çarşamba

THE CUT / KESİK’

Yön: Fatih Akın

Sen: F.Akın-Mardik Martin

Gör: Rainer Klansmann

Müz: Alexander Hacke

Oyn: Takar Rahim, Simon Abrakyan, Makram Khoury, Hindi Zahra, Kevork Malikyan, Arsinee Khanjian, Moritz Bleibtreu, Bartu Küçükçağlayan, Dina Fakrouhy, Akın Gazi

 

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük günahları arasında sayılan Ermeni meselesinin ilk kez bir Türk yönetmen tarafından bir filme konu edilmesi elbet ki önemli bir olay.

Ancak Fatih Akın’ın ‘Kesik/The Cut’ ile 1915 olayları üzerinden bir belgesel yapma gibi bir iddiası yok. 1915’te sancılı bir coğrafyada yaşananları anlatmayı hedeflemeyen film, hayatı değişen bir ailenin yaşadığı acıları hissettirmeye odaklanıyor.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide Fatih Akın: “Bu film soykırımı anlatmak hedefiyle yapılmadı. Ben 1915’te Mardin’deki bir demirciyi seçtim. Tek bir kişinin bakışını anlatmaya karar verdim. Bir filmin her şeyi çözmesi, cevaplaması gerekmiyor” diyor.

Film, dönemi bir fon olarak kullanarak, parçalanmış bir ailenin tekrar bir araya gelme çabalarını anlatmayı hedefliyor. Askere alındıktan sonra ailesiyle ilgisi kesilen Nazaret’in(Takar Rahim) öyküsünde, tarihimize Ermeni tehciri olarak geçen olaya film hümanist bir bakış açısıyla yaklaşmaya çalışıyor.

Açık ve samimi bulduğum bu yaklaşımın, ele aldığı meselenin üstesinden gelme başarısını gösterdiğini söylemek lazım.

Fatih Akın’ın kritik bir dönemi ele almadaki dikkat ve soğukkanlılıkla işlemedeki cesareti övgüye değer.

Yönetmen, tartışmalı, uzun yıllardır görmezden gelinen, üstü örtülen, tabu bir meseleye insancıl bir bakış açısıyla yaklaşmak cesaretini göstermiştir. Film ‘büyük felaket’in günahını devletin sırtına yüklüyor.

‘Kesik’ politik açıdan 1915’te yaşanan insanlık suçunu ele almadaki cesaretiyle, sinemasal açıdan üç kıtada geçen bir yol filmini western kalıpları içinde işlemedeki becerisiyle izlenmeyi hak eden bir film.

‘Kesik’, Ermeni asıllı Atom Egoyan’ın ‘Ararat’ (2002) ve Paolo-Vittorio Taviani Kardeşlerin ‘Tarlakuşu Çiftliği/The Lark Farm’ından (2007) sonra ‘Ermeni Olayı’nı sinemada işleyen üçüncü film.

‘Kesik’ iki Ermeni gencin yol filmi hüviyetiyle Elia Kazan’ın ‘Amerika Amerika’sını (1963) akla getiriyor.

FİLMİN SAĞLAM BİR SENARYOSU YOK

Martin Scorsese’nin senaristi olarak bilinen Ermeni asıllı Mardik Martin, yönetmenin 1980 tarihli başyapıtı ‘Kızgın Boğa/Raging Bull’dan ‘Kesik’e kadar bir senaryo yazmamış.

Değişen coğrafyalarda uzayan bir yolculuk, basit diyaloglar, işlevsiz yan karakterlerin çokluğu ile ‘Kesik’in sağlam ve başarılı bir senaryosu olduğunu iddia etmek güç.

Karısı Rakel(Hindi Zahra), iki kızı Arsine ve Lusine ile Mardin’de mutlu bir hayat sürdüren demirci Nazaret’in yazgısı bir gecede altüst olur. Kentteki 15 yaşından büyük bütün Ermeniler gibi, Nazaret evini basan Osmanlı askerlerince götürülür, kayalık arazideki yol inşaatında çalıştırılır.

1916’da Diyarbakır valisi temsilcisinin, Müslüman olanların derhal serbest bırakılacakları vaadini reddeden Nazaret ve diğer Ermeniler, boyunları kesilerek kıyıma uğrarlar.

Deportasyon (sürgün) olayından sonra Nazaret ile yolu kesişen iyi kalpli insanlar, asker kaçağı Türkler ile kurşun israfına yol açmamak, Ermenilerin boğazını kesmesi için hapishaneden iyi kalpli bir haydut Mehmet(Bartu Küçükçağlayan). Sesini kaybetmesine yol açan boğazındaki bir kesikle ölümden dönen Nazaret asker kaçaklarının arasına karışarak Ayn-el Arab’a (Kobani) varır. Kızlarının, karısı tarafından Bedevi bir aileye verildiğini ve hayatta olduklarını eski çırağı Levon’dan öğrenen Nazaret, Orta Doğu’dan Küba’ya, oradan da Amerika’ya zorlu bir yolculuğa çıkar.

BİR BABA KIZLARINI ARIYOR

Arka planda dönemin tarihsel panoramasını çizerek anlatılan, dehşet, vahşet ve kıyım dolu bir yolculukta, kızlarının izini süren, karısının öldürüldüğünü öğrenen acılı bir aile reisinin arayış yolculuğunda rastladığı iyi insanlar da var.

İyi kalpli bir sabun imalatçısı, feleğin çemberinden geçmiş Kirkor (Simon Abkarian), Nazaret’in Halep’teki berberi Agop (Kevork Malikyan) Havana’daki Ermeni demiryolu işçileri de Kuzey Dakota’daki yardımcıları.

Askere alınan Nazaret’in Mardin’de ve yol yapımı sırasında karşılaştığı şiddete, Halep’ten Beyrut’a, Havana’dan Minneapolis’e süren yolculuğunda da rastlıyoruz. Film ‘şiddet her yerde, şiddet evrensel’ vurgusunu yapıyor.

Dönemin atmosferini yansıtmada başarılı sayılabilecek görüntüleriyle kameraman Rainer Klausman, yönetmenin demirbaş müzikçisi Alexander Hacke, mekân-dekor ve giysi tasarımcıları ve oyuncu kadrosu Fatih akın’ın mizansenine yardımcı oluyorlar.

Jacques Audiard’ın ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophéte’ filmiyle uluslararası şöhreti yakalayan, Asghar Farhadi’nin ‘Geçmiş/Le Passe’siyle ününü pekiştiren Cezayir kökenli aktör Tahar Rahim, kader kurbanı Nazaret’i inandırıcı hale büründürüyor.

Ermeni asıllı ünlü oyunculardan Simon Abkarian, Kevork Malikyan, Atom Egoyan’ın hayat arkadaşı Arsinee Khanjian kısa rollerinin hakkını verirken, 1915 Ermeni olayını perdeye taşıyan Taviani Kardeşler’in ‘Tarlakuşu Çiftliği’nde oynayan Alman aktör Moritz Bleibtreu’yü ‘Kesik’de görüyoruz.

 

İRLANDALI HALK KAHRAMANI

Ken Loach ‘Özgürlük Dansı/Jimmy’s Hall’de İrlanda bağımsızlık savaşını, cannes’da Altın Palmiye kazanan ‘Özgürlük Rüzgârı/The Wind That Shakes The Barley’in 12 yıl sonrasını anlatıyor.

1920’de Katolik Kilise’sine karşı geldiği için ülkesinden kovulan aktivist, komünist halk kahramanı Jimmy Gralton’un Amerika’daki 12 yıllık sürgün hayatından sonra İskoçya’ya dönüşüyle başlayan film, hür fikirli gençlerin Gralton’un açtığı bir salonda bir araya gelişini anlatıyor.

Aşırı sağcıların, şiddet yanlısı milliyetçilerin, Katolik Kilisesi’ni yanına alarak Gralton’u yok etmek için açtıkları savaş, kötülerin iyileri ezmesiyle neticeleniyor.

Cannes’da mayıs ayındaki filmin dünya prömiyerini takip eden basın konferansında senarist Paul Laverty: “Ağzı iyi laf yapan ve filmde Katolik Kilisesi’ni temsil eden rahip, doğrulardan yana değil. Klu Klux Klan taktikleri gibi yakıp yıkan aşırı sağcıların yanında saf tutuyor. Kiliseye tanınan haklar o dönemde korkutucu boyutlara ulaşıyor. Kontrolü elinde tutan büyük işletmeler demokrasinin gelişmesini engelliyor, neoliberalizmin topluma uyguladığı kısıtlamaların kurbanıyız” diyordu.

Yanında bulunan Ken Loach şöyle devam ediyordu: “Jimmy Gralton’dan günümüze, kilise hiyerarşisinin ekonomik gücü temsil eden sermaye kesiminin emrine girmesi, bende bu filmi yapma arzusunu geliştirdi. Bazı skandallar kilisenin kendisine çok darbe vurdu, ama filmin konusunun geçtiği yıllarda kilisenin gücü tartışılmazdı. Rahip karakterini karikatürize etmeyi hiç düşünmedik”.

78 yaşında, gençlere taş çıkartacak bir enerji ile üretkenliğini sürdüren Ken Loach, bu son yapıtında her zamanki gibi adaletsizliğe karşı öfkesiyle siyasal heyecanını bir araya getiriyor.

İç savaşın eşiğindeyken toplu dansların, boks derslerinin, şiir toplantılarının yapıldığı bir ‘halk salonu’ açan Gralton bu mekânın tehlikeli ve yıkıcı olduğunu iddia eden Katolik Kilisesi ve ‘ileri gelenler’ yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Sürgün dönüşü kasaba sakinlerinin ısrarlı talepleriyle salonu tekrar açar.

Amerika’dan gramofonu ve caz plakları koleksiyonuyla dönen, ancak ülkesinde iki kez ‘persona non grata’ ilan edilen Gralton’un kişiliğinde film bizlere İrlanda gerçeği üzerine yeni şeyler söylüyor. Film Gralton’un salonuna gelerek bir şeyler öğrenen, hayaller kuran, ama her şeyden öte, dans edip eğlenen hür fikirli gençlerin duygusal bir portresini çiziyor.

Ken Loach senaristi Paul Laverty ile 13 kez birlikte çalıştı. Rebeca O’Brien Loach’ın 16 filminde yapımcılık yaptı. Her ne kadar ‘bu son filmim’ dediyse de İngiliz ustanın üretkenliğini sürdüreceğine inancımız tam.

Son bir not: Filmin bu insancıl, duyarlı, yaşam dolu kahraman Jimmy Gralton’un İrlanda Devleti’nce yurduna dönmesi yasaklandığı için, 29 Aralık 1945’te yaşamını yitirdiği güne kadar New York’ta yaşadı.