Hamursuz Fırını’nda tiyatro

Erdoğan MİTRANİ Sanat
12 Kasım 2014 Çarşamba

D22, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda öğrencilik dönemlerinden beri bir sahne oluşturma, öncelikle ve temelde tiyatro yapma hayalleri ile bir araya gelen üç genç tiyatrocu, Berkay Ateş, Can Kulan ve Emir Çubukçu tarafından kurulmuş. Mezun olduktan sonra kafalarına uygun bir mekân arayışına girmişler, 2013 yılının Ocak ayında buldukları Galata’daki Hamursuz Fırını’nı tiyatro haline getirmek için bilfiil çalışarak ciddi bir uğraş vermişler. Sonuç çok başarılı. Oyun alanı 8m x 8m boyutlarında, yaklaşık 6m yükseklikte. Mekânın yüksekliği 100 seyircinin rahatlıkla oyun izleyebileceği basamaklı bir platform oluşturulmasını sağlamış ki, gösterinin sahne kullanımına bağlı olarak bu sayıyı arttırmak da mümkün. Projeksiyon cihazları, 18 kanallı ışık ve 16 kanallı ses sistemleriyle konserler ve film gösterimleri de düzenlenebilecek çok amaçlı bir ortam yaratmışlar.

Seyirciyle 2013’ün Mart başında buluşan D22, ilk olarak konservatuardaki hocaları Meltem Cumbul’un onlar için seçtiği ve yönettiği, Amerikalı yazar Martin Sherman’ın ‘Bent’oyununu sahnelemiş. Sahnelenmeye başladığı andan itibaren tiyatro olayına dönüşen ‘Bent’i Berkay Ateş’in yazdığı ‘Yirmibeş’ ve ‘Karabatak’ izlemiş. Her üç oyun bu sezon da sahnelenmeye devam edecek.

 

Bent

(‘kırık’ olarak çevirebileceğimiz eşcinseller için kullanılan aşağılayıcı argo ifade.)

Nazi Partisinin 1928 Mayısı’ndaki resmi açıklaması: “Sizin ve benim yaşamamız gerekli değildir, ama Alman halkının yaşaması gereklidir. Ve Almanya sadece savaşırsa yaşayabilir, çünkü hayat savaşmak demektir. Ve sadece içindeki erkekliği korursa savaşabilir. Sadece disiplinli olursa erkekliğini koruyabilir, özellikle aşk konularında. Özgür aşk ve yozlaşma, disiplinsizdir. Bu yüzden, halkımızı incitecek her şeyi reddetiğimiz gibi sizi de reddediyoruz. Aklından eşcinsel düşünce geçen insan bile bizim düşmanımızdır.” Bu faşizmin yeni bir aşamasının, kendinde gördüğü kişisel yaşama müdahale hakkının açıkça tescil edilmesiydi.

II. Dünya Savaşı öncesi Almanyası’nda Hitler faşizminin insanlık dışı yaptırımlarını cinsel kimlik üzerinden tartışan ‘Bent’, gücü elinde tutanın kendisi gibi düşünmeyene, kendisi gibi yaşamayana hunharca zulmettiği bir dünyada, insan gibi yaşayarak ve insan gibi severek direnmenin mümkün olduğunu söyleyen bir oyun.

‘Bent’, ilk yarısında bencil ve işbilir Max’la dansçı sevgilisi Rudy’nin 1930’ların Berlin’inde verdikleri yaşam savaşına, ikinci bölümdeyse Max’ın Dachau’da Horst’la yaşadığı imkânsız aşka odaklanıyor.

Meltem Cumbul, Ian McKellan için yazılmış olan oyunun ve Sean Mathias’ın çok başarılı sinema uyarlamasının etkileyici homo-erotik alt metinlerine ödün vermeyerek, Dachau’daki sarı yıldızlı Yahudilerle, aşağılık olma hiyerarşisinde onların bile altında kalan pembe üçgenli ‘bent’lere yaşatılanları aşan, baskıcı yönetimlerin, kendilerine benzemedikleri için farklı buldukları, dilleri, görünüşleri ve yaşam biçimleriyle ötekileştirdikleri tüm toplumsal sınıflara acımasızca saldırısını gösteren son derecede güncel ve  –ne yazık ki-  yabancısı olmadığımız rahatsız edici bir tablo çiziyor. Ve 70 yıl önce yok olduğunu sandığımız, ancak uzunca bir süre yer altında saklandıktan sonra dünyanın her tarafında yeniden filizlenmeye başlayan faşist zihniyeti tokat gibi yüzümüze çarpıyor.

Cumbul ilk yönetmenlik denemesinin altından gerçekten başarıyla kalkmış. Daha oyun başlamadan, Barış Dinçel’in tasarladığı yalın dekorun fonuna oturtulmuş olan, faşist katliamın ünlü simgesi Picasso’nun Guernica’sıyla, mesajının evrenselliği vurgulanıyor. Bu vurgu, SS’lerin ölümün ve acımasızlığın soğukluğunu anımsatan beyaz karnaval maskelerinde ve Nazi Subayı’nın hiç bir üniformaya benzemeyen giysisinde oyun boyunca yankılanacaktır.

İlk bölümde perdeye yansıyan görüntülerle Guernica katliamını harmanlayarak, kalabalık sahnelerin videoda verilmesi veya park ya da orman gibi kimi mekânın fonunun projeksiyonla oluşturulması için ekran görevini de üstlenen Guernica’yı, ikinci perdede içinden geçerek topunu fallik bir sembol gibi burnumuza kadar uzatan tankın parçalaması, olayların artık çığırından çıktığının altını zekice çiziyor. Barış Dinçel, en ön sıradaki seyircilere dokunabilecekleri kadar yakın tel örgüler ve sağda solda birer öbek ayakkabı ve gözlükle, Dachau’nun ölüm kampı olduğunu başarıyla vurguluyor.

Meltem Cumbul, tiyatroda az görülen bir iş yaparak, öykünün karanlığını, sahnede karanlığı kullanarak başarıyla yansıtıyor. Birinci perdenin trajik finali, Guernica’nın üzerine azıcık sızan meşum ışığın aydınlatamadığı kapkaranlık bir ortamda veriliyor ki, olayları sadece duymak seyretmekten de çarpıcı bir etki yaratıyor. Projeksiyonda bir birine yaklaşabilen, öpüşebilen çiçeğe benzer iki formun önünde karanlıkta iki gölgenin, Max’la Horst’un birbirlerine bak(a)madan, birbirlerine dokun(a)madan seviştikleri sahne de çok etkileyici.

Cumbul’un sahne trafiği de çok başarılı; birinci perdenin sonlarındaki yakalanma sahnesinin koreografisi ile ikinci perdede Max’la Horst’un bitmez tükenmez git-gelleri dört dörtlük! Nurkan Renda’nın başarılı müziklerini de unutmayalım. Cem Yılmazer’in tel örgülerdeki ölümcül elektrik cereyanını bile verebilen ışık tasarımının katkısı da büyük tabii ki.

Cumbul’un okulda eğitmenliğini yaptığı, sahnede hakiki gerçekliklerin yaratılması olarak tanımlayabileceğimiz Eric Morris metodu, ‘Bent’e “cuk oturmuş”. Her iki perde de oyuncuların sahnede Morris metodu ile ısınmasıyla başlıyor ki, Meltem Cumbul’a göre, oyuncunun içindeki seslere ve ruhunda olan bitene kulak vermesini sağlayan yöntem kanımca oyuncular kadar izleyicileri de ‘havaya sokuyor’.

Oyunculuklar tek kelimeyle kusursuz. Filmde Mick Jagger’in yorumladığı eşcinsel barın travesti sahibi Greta’ya barkovizyonda farklı bir boyut getiren Reha Özcan, amca rolünde oyunun çevirmeni Mesut Özkeçeci, Wolf’da Necati Kutlu, Nazi subayında Sercan Sungur “rolün küçüğü büyüğü olmaz” savını bir kez daha başarıyla ispatlıyorlar. Masum sevgili Rudy- Can Kulan’la pembe üçgenini gururla taşıyan Horst- Emir Çubukçu’nun iç burkucu performansları her türlü övgünün üzerinde. İki saati aşkın oyunun tamamında sahnede

olan Berkay Ateş’e gelince, hayata en bağlı ve belki de bu yüzden en duygusuz karakter olan, hayatta kalmak için, amcasının kaçış için vermiş olduğu bileti tek kişilik olduğu için reddedecek kadar önemsediği sevgilisi Rudy’yi bile harcamaktan çekinmeyen Max’ın, Horst’la karşılaştıktan sonra yaşadığı dönüşümü, hissetmeyi ve sevmeyi keşfedişini, izleyicinin iliklerine işleyen bir gerçeklikle aktarıyor. ‘Sarı Yıldız’ı nasıl aldığını anlatmasıysa olağanüstü!

‘Bent’ bu yıl da mevsimin önemli tiyatro olaylarından biri olmaya devam edecek. 14-21-29 Kasım 20.30’da Hamursuz Fırın’nda. Sakın kaçırmayın derim. İkinci sezonunun başında yüze yakın seyirciyle dopdolu bir salonda izledik. Her ihtimale karşın yerinizi önceden ayırtın.

“Yirmibeş”

Delik deşik bir gecede, kaset, balık, mum, ayna, kundak ve nazarın gölgesinde en temizi yağan kardı.

Hâlâ basılmayan yerleri vardı ve bizim topraklarda gece, karın beyazlığı, bir de çocuk sesleriyle aydınlanırdı.

D22, Nazi döneminde faşizmin cinsel kimlikleri nedeniyle ötekileştirilen bireyler üzerinden eleştirildiği ‘Bent’in ardından, yine kimlik sorunlarına eğilen, ancak bu kez 2010 Türkiye’sinin doğusundaki iç savaşa değinen bizden bir oyun sahnelemiş.

“Oyun, gece yarısına yaklaşırken, biri kendisiyle ilgili koca bir yalanla boğuşan, diğeri ise kendi gerçeğini dönüştürme çabasıyla umut eden iki gencin, yola çıkma öyküsü ile başlar. Ancak bu yol, bu toprağın acısını surata çarpan, ölüm ve sevgi ile savaş veren başka bir yol ile kesişir.” diye tanıtılan ‘Yirmibeş’, D22 kurucularından Berkay Ateş tarafından yazılmış. İlk oyunu olmasına karşın son derece sağlam, usta işi bir metin; Berkay Ateş’e Savaş Dinçel Ödülleri’nde En İyi Yazar Ödülü’nü getirmiş. Bu derecede politik bir metni, tek bir slogan atmadan, sadece insani boyutuyla bu kadar çarpıcı bir şekilde aktarabildiği için Berkay Ateş’i   tebrik etmek gerek.

Öykü, farklı geçmişlerden gelen, birbirini ya hiç, ya da çok az tanıyan 25 yaşında üç gencin, savaş alanının ortasında kalmış yıkık bir okulda gece yarısı yaşadıkları 90 dakikalık süreci anlatıyor. Bir Anadol arabayı çalıştırarak oradan kaçmaya, bu arada birbirlerini, ama öncelikle kendilerini tanımaya çalışan, bir askerle bir gazeteciye yaralı ve silahlı bir Kürt genciyle ölmekte olan arkadaşının katılması, bu anlamsız ve acımasız savaşın bütün taraflarını bu mikro kosmosda bir araya getirecektir. Gazeteci, sadece medyanın değil, bu bitmez tükenmez savaştan, gencecik insanların boşu boşuna birbirini öldürmesinden ‘çok sıkılmış’ olan sokaktaki insanın da temsilcisidir. Yaralı Kürt, can yoldaşının ölümüyle alt üst olurken gazetecinin olayı neredeyse doğal karşılaması biraz da bizim kanıksamışlığımızın, bizim umursamazlığımızın metaforudur.

‘Yirmibeş’, anlatılması değil, seyredilmesi gereken bir oyun. Öykünün ayrıntılarına girmek izlemenin tadını kaçıracağından konuyla ilgili daha fazla bilgi vermek istemiyorum.

Oyunu gençlerin bir başka hocası, Altıdan Sonra Tiyatro’nun kurucularından Yiğit Sertdemir sahneye koymuş. Ebru Özdemir’in çok başarılı dekorunun merkezindeki gerçek Anadol arabanın varlığı, gerçek zamanda anlatılan öyküdeki gerçeklik arayışının ilk göstergesi. Bu arayış oyunun, donuk bir gece ışığının zar zor aydınlattığı mekânda hiçbir yapay ışıklandırma kullanmaksızın el fenerlerinin ışığında oynanması ve pisipisine ölen on binlerce gençten biri olan o cesedin bir kukla değil, gerçek bir oyuncu olmasıyla müthiş bir inandırıcılığa ulaşıyor. (arabayı üç parçaya ayırıp yukarı çıkarmışlar; her temsilin başında bir araya getirip, oyun bitince yeniden parçalıyorlar)

Gerek ses tasarımı, gerek kendi yapmış olduğu ışık tasarımıyla izleyiciyi savaşın tam ortasına oturtan Yiğit Sertdemir, D22’nin profesyonel olarak ilk kez sahneye çıktıkları iki oyunla kuşaklarının en iyi oyuncuları arasına girmeyi başarmış olan üç kurucusundan az bulunur bir toplu oyunculuk gösterisi elde ediyor.

Emir Çubukçu (gazeteci) ve Can Kulan’ın (asker) oyun boyunca hem karakterlerine can verip hem birbirlerine tuttukları el fenerinin ışıklarını hiç aksatmayışları müthiş. ‘Bent’teki çok farklı performansları hatırlandığında, her ikisinin de çok geniş birer yetenek yelpazesine sahip oldukları görülüyor.

Berkay Ateş’e gelince, neredeyse tamamında Kürtçe konuştuğu (metni Türkçe yazmış, sonra da bir Kürt arkadaşına çevirisini yaptırmış) kompozisyonu dört dörtlük. Sesi, oyunu, bedenini ve yaralı bacağını kullan(amay)ışı ile olağanüstü.

Mutlaka izlenmesi gerekenlerin başında geliyor. 15 & 22 Kasım’da Hamursuz Fırını’nda.

Hepinize iyi seyirler dilerim.