“Hayattan lezzet almak için biraz durmak lazım”

Kitapçı raflarında en çok satanlar listesinde yer alan Enver Aysever ile ‘o kız’ı konuştuk. Aysever, ‘Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı’ adlı son romanında Yahudi bir genç kızla Müslüman bir erkeğin imkânsız ilişkisini anlatıyor.

Aylin YENGİN Yaşam
12 Kasım 2014 Çarşamba

Kitapçının rafında, en çok satanlar listesinde ‘Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı’ adlı romanı fark eden her ‘kız’ gibi, ben de kitabın turuncu-mavi kapağını kaldırıp sayfalarını karıştırdım. Arka kapaktaki şiiri beni büyüledi önce, sonra da konusu. 1990’lı yılların İstanbul’unda kırık bir aşk hikâyesi...

  Buraya yeni romanınızı konuşmaya geldim, ama sormadan edemeyeceğim: CNN Türk’te yayınlanan ‘Aykırı Sorular’a ne oldu?

‘Aykırı Sorular’ın CNNTürk’teki yayını sona ermiş olsa da, benim hayatımda devam ediyor. Şöyle ki, CNNTürk’te programcı olarak çalışıyordum ve programın süresi doldu; kısa bir süre cumartesileri yaptığımız programı devam ettirdim, sonra o da bitti. Hem CNNTürk ile gayet iyi ilişkiler içinde ayrıldığımız, hem de herhangi bir kurumun ardından, o kuruma dair bir şey söylemeyi doğru bulmadığım için, bu bitiş basında pek yer bulmadı. CNNTürk, yaptığım program için bir mecra ve Türkiye’ye ‘Aykırı Sorular’ı tanıtan bir yapıydı benim için. Türkiye’nin bugünkü durumunda, CNN ya da benzeri medyaların çölde bir vaha olduğu inancındayım.

  Başka bir kanaldan teklif geldi mi? Ya da gelirse kabul eder misiniz?

Açıkçası bazı teklifler geldi, ancak henüz kesin bir değerlendirme yapmadım. Bir süre ‘Aykırı Kumpanya’ ile devam etmek niyetindeyim. Ama bakarsınız ana akım medyadan olmayan bir kanal ile işbirliğine gidebilirim.

  ‘Aykırı Kumpanya’ tüm hızıyla devam ediyor. Bu projeyi ne kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?

Ömrüm vefa ettiği, Türkiye’nin değişen koşulları buna müsaade ettiği sürece Aykırı Kumpanya projesi devam edecek. Biliyorsunuz sahne sanatlarının sonu yoktur ve bu sahneye koyduğumuz projenin sürekli değişen bir yapısı olduğu için de memnunum. Sibel Alaş aramızdan ayrıldı, yerine yeni bir müzisyen arkadaşımız – Çiğdem Erken – katıldı. Kişiler değişebilir, olaylar, anlatılanlar değişebilir ama Aykırı Kumpanya’yı genel hatlarıyla sürekli güncelleyerek devam ettirmeyi düşünüyorum.

  ‘Aykırı Akademi’ (www.aykiriakademi.com) diye bir de web siteniz var… 

Aykırı Akademi, Aykırı Kumpanya, Aykırı Sorular, söyleşiler, müzik ve diğer faaliyetlerin bir araya toplandığı entelektüel bir portal. Tüm bunları ‘aykırı’ anlayışı ile birleştirdim, umarım ileride bu portalı daha kurumsal bir kimliğe ya da alternatif bir ‘konservatuar’ olgusuna dönüştürme imkânı bulabilirim. Bir başka deyişle Aykırı Akademi’yi daha yerleşik, daha hayata dair bir olgu haline getirmek istiyorum.

 


Kitabınızın adı ‘Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı’. Peki, uğruna roman yazdığınız ‘o’ kızın romanı okuyup okumadığını biliyor musunuz?

Bu roman aslında özel bir kişiye yazılmadı, ama olaya şöyle bakmak lazım: Bir romancı asla kendisini yazamaz, ama kendisinden başka hiçbir şey de yazamaz! Bu sadece benim için geçerli değil, bir bakıma romancının yazgısıdır. Montaigne’in bir sözü vardır: “Bir insanda bütün insanlar vardır,” diye… Dolayısıyla insan kendinden hareketle tüm dünyayı sorgulayabilir, yeter ki ruhunda o kazıyı, o araştırmayı yapmayı becerebilsin.

  Kitapta bir Müslüman genci ile bir Yahudi kızın aşkı anlatılıyor. İmkânsız mı gerçekten böyle ‘yasadışı’ aşklar?

Bizim coğrafyamızda, Türkiye’de, Anadolu’da bunun çok örnekleriyle bizzat karşılaştım. Ve herkesin hikâyesi ayrı olsa da, sonuçlarının ya da sorunlarının genellikle birbirine benzer olduğunu gözlemledim. Evlenenler, baskılara dayanamayıp boşandılar ya da bu süreç içinde daha başlayamadan biten ilişkiler oldu. Aslında yalnızca iki insanı ilgilendirmesi gereken ilişkiler, din ya da millet gibi etkenler yüzünden ne yazık ki toplumsal boyuta taşınıyor; büyük baskı altında kalıyor ve çok zarar görüyor. Bunun benzer örneklerine sadece ülkemizde değil, maalesef bütün dünyada rastlamak mümkün. Bizim coğrafyamızda, azınlıkların da çoğunluklar kadar tutucu olduğu gerçeğini göz ardı etmemek lazım. Sonuçta insan en büyük kötülüğü en sevdiklerine, yani kardeşlerine, çocuklarına yapıyor – bir başka deyişle mutluluklarına engel oluyor. Bir aşk hikâyesinde pek çok imkânsızlık, çaresizlik, keder olabilir, ama bence bu sebep insanları ayırmak için içlerinde en haksızıdır.

  İnsan düşünmeden edemiyor, aynı dini paylaştığı bir yabancı ile mi, yoksa aynı ülkede yaşayan farklı dinden biri ile daha mutlu olur diye?

Bu kitabı yazarken, en önemli kaynaklarımdan bir tanesi, Viktor Albukrek’in ‘Bir Zamanlar Büyükada’ adlı kitabıydı. Viktor Bey, kitabında Büyükada’yı öyle bir anlatıyor ki, bunu bir Fransız’ın ya da İngiliz’in anlamasına imkân yok. İçinde yosun kokusu, deniz kokusu ve balıklar var, ama din yok. Yani böyle saçma bir gerekçeyle, yalnızca aynı dine mensupsunuz diye dünyanın öbür ucundaki bir insanla daha mutlu olacağınız söz konusu olamaz. Tabii aksi de ispatlanamaz ama böyle bir birlikteliğin makul olacağını varsaymak bana göre akıldışı.

  Antakyalı bir aileden geliyorsunuz. Medeniyetler merkezi sayılan bu şehirde de böyle örneklere rastlamak mümkün mü?

Ben doğma büyüme İstanbulluyum, dolayısıyla Antakya’da hiç yaşamadım, ama çocukluğumdan itibaren şöyle örneklere rastladım. Mesela çok sevdiğimiz bir büyüğümüz vardı, adı Loris Teyze idi. Müslüman olmasına rağmen, normalde gayrimüslimlere verilen bir ismi vardı. Çünkü yan komşularının kızının adı da Loris’miş ve annesi beğenip ona aynı ismi vermiş. Yani ben size,  klasik “ne güzel gayrimüslim dostlarımız vardı” örneğinden daha farklı bir örnek veriyorum ve bu da çok güzel bir şey. Antakya bu bakımdan daha olumlu örneklere rastlanabilecek bir şehir. Şu an Güneydoğu’daki bu tedirginlik ortamında farklı bir şeyler yaşanıyor olabilir, bilemiyorum tabii, ama genel olarak orada böyle bir sevgi ortamına ve güzel bir uyuma rastlamak mümkün.

  Viktor Bey’in kitabına değindiniz. Biraz daha açar mısınız, yani yazma öncesi ne gibi kaynaklardan yararlandınız?

Açıkçası, böyle bir kitaba hazırlanmak için özel bir araştırma sürecine girişmedim, çünkü neticede bildiğim bir dönem ve örneklerine rastladığım bir hikâyeydi. Viktor Bey ile de bir söyleşi sırasında tanışmıştım ve bana kitabını armağan etti. İşin ilginç yanı, ondan bir hafta önce kitabını satın almıştım zaten – şu an evimde iki tane var! Kendisi çok kibar, eski İstanbul beyefendisi bir kişi ve benim duygu dünyamda çok hoş bir yer etti. O dönem aklımda bu proje vardı zaten ve konu ile ilgili bulabildiğim her şey okuyordum. Siyasi değil de, daha çok özel olan hikâyeleri… Neticede roman bir dünyayı anlatan bir sanat. Mario Levi’nin en son romanındaki o mutfak kokusu, döneme ait o duygu da beni çok etkilemişti.

  Yani hep romanlardan beslendiniz…

Hayır, kendi hayatımda da bunları bizzat yaşadım. Drahoma meselesinin ne olduğunu kendi gözlerimle gördüm mesela. Dolayısıyla bir Yahudi ailenin ne kadar tutucu olabileceğini gayet iyi biliyorum. İstanbul’da yaşayıp da, kapalı bir çevre içinde neredeyse bir Müslüman’la iletişim bile kurmadan yaşanabileceğine şahit oldum. Bu durumun hem haklı (korku, çekince), hem de anlaşılamaz tarafları olduğunu düşünüyorum. Sonuçta kitap hem rastlantısal okumalarım, hem de yaşadıklarımın bir derlemesi olarak ortaya çıktı. Kitabımdaki Büyükada’da geçen sürecin Viktor Bey’in kitabından esinlendiğini rahatça söyleyebilirim.

  Uzun ve ayrıntılı tasvirler gözümüze çarpıyor kitapta… Neden böyle bir anlatım tercih ettiniz?

Sözcüklerin her biri birer incidir ve her biri birer çağrışım yapmak üzere kullanılırlar. Benim tasvirlerim, sinemasal bir kurgu yaratmak üzere kullanılmış tasvirler değil, daha çok şiire dair, düşsel bir dünya kurmaya dayanan betimlemeler. Yoksa her türlü kameranın kullanıldığı günümüzde, 19. yüzyıl romancıları gibi uzun anlatımlara yer vermeyi doğru bulmam. Bu tasvirlerimle imgeler yaratmak istedim ve imgeleri gerçeğe dönüştürme işini de okura bıraktım. Bu bazı okurlar için yük olabileceği gibi, bazı okurlara masalsı bir dünyanın mutluluğunu verebilir. Kitabın dönemsel başarısını edebiyat tarihi açısından ancak zaman belirler, güncel başarısını ise okur tespit edebilir.

  Ama dünya çok hızlandı artık, herkes bir an önce sonuca ulaşma derdinde…

Bir romancının, edebiyat yapma hevesinde olan bir insanın zamanı yavaşlatma gibi bir yükümlülüğü olduğu kanaatindeyim. Edebiyat, telaşlı insanlara göre değil bence. Dolayısıyla o telaşlı insanlarından, kitabımı mümkünse telaşsız bir zaman bulduklarında okumalarını rica ediyorum. Ben bu kadar emek verip onlara bir dünya kuruyorsam, onlar da bir zahmet emek verip tadını çıkararak okusunlar. Bu tür eleştiriler beni çok da üzmez, ama eğer kurgusal ya da dilsel bir hatamı bulurlarsa, bu tür eleştirilere her daim açığım. Zamanın bu kadar haksızca hızlı bir şekilde aktığı bir dönemde, hayattan lezzet almak için insanlara birazcık durmalarını öneriyorum.

  Arka kapakta çok güzel bir şiir var. Sırada bir şiir kitabı mı var yoksa?

O arka kitapta yazan, romandaki delikanlının sevdiği kıza yazdığı bir aşk şarkısının sözleri. Okurlardan çok olumlu eleştiriler aldı gerçekten. Ben de bütün edebiyatseverler gibi şiire çok meraklıyım. Bu kitabın neredeyse tamamında Cemal Süreya’nın izlerine rastlamak mümkün. Dolayısıyla bu da Türk edebiyatına bir saygı duruşu olarak görülebilir. Şu an için bir şiir kitabı projem yok ama şiire dair çok üretken olduğum bir dönemde olduğumu da belirtmem gerekir. Bu bir tek bana özgü bir şey değil, sanırım Gezi Dirilişinin (herkes Direniş diyor, bana göre bir haysiyet isyanıydı) etkisi – yani en korktukları şey oldu, şairler hortladı! Bir ülkenin şairleri hortluyorsa orada bir diriliş var demektir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey…

Bir insanın Yahudi mi, Müslüman mı, Türk mü, Japon mu olduğu beni hiç ilgilendirmiyor. Ben insanın soy kökleriyle değil, fikir kökleriyle ilgileniyorum.